OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Mütevekkil yoksullar

Yoksulun hakkını arayanını değil, kendisine yardım edilmesini bekleyenini, yardım edilirse sevinen ama edilmezse de kızmayanını seviyoruz.

Sokaklarda yatıp kalkan, kâğıt mendil satarak hayatta kalmaya çalışan ama bütün zorluklara rağmen şükreden, kanaatkâr gencin videosunu izlemişsinizdir sanıyorum. Herkes onun zorluklar karşısındaki bu mütevekkil halini çok takdir etti. Çeşitli kişi ve kurumlar yardım teklifi yaptı. Muhtemelen kendisine ulaşacaktır. Başka örneklerde de yoksulluk veya yoksunluk karşısında vatandaşın vatandaşa gönüllü yardımını görüyoruz. Bundan bir-iki hafta evvel, üniversite öğrencilerinin yemekhane protestoları yaşandığında başlatılan burs verme kampanyaları da başka bir örnek. Haluk Levent’in AHBAP platformu gibi oluşumlar da yatay yardımı ağını kurumsallaştırdı, yaygınlaştırdı.

Sosyal medyanın bunda payı büyük, çünkü bu sayede insanların birbirlerinden haberdar olma ve birbirine ulaşma imkânı eskiye göre çok arttı. Örneğin, yukarıda bahsettiğimiz gencin karşısına videosunu çekip bunu sosyal medyaya taşıyacak biri çıkmasaydı, yoksul hayatında hiçbir değişiklik olmayacaktı.

Peki, bunlar oluyor da kötü mü oluyor? Böyle söylenemez tabii. Sonuçta, birilerinin derdine derman olunabiliyor ise olunmalı. Kimin yardıma ihtiyacı varsa yardım görmeli. Bir kişinin dahi daha iyi olması, olmamasından iyidir. Öyleyse sorun nerede? Sorun, yoksulluğa yol açan sistemi ve yapısal bazda neler yapılması gerektiğini konuşmadan, işi basit bir insanın insana yardımı tartışmasına indirgemektir. Vatandaşın vatandaşa yardımı tabii ki kısa vadede doğrudur, hayırlıdır ama bu sistemsel düzeyde ne manaya gelir, orta ve uzun vadeli sonuçları nedir bunları konuşmadan, buna dair politikalar üretmeden yapılan ateşe bir avuç kar atmaya benzer. Koca bir bina yanarken elinizin eriştiğini tabii ki tutup çıkarırsınız ama bir yandan da yangını söndürmeyi düşünmek gerek.

Sistemsel düzeyde baktığımızda soru şudur: Yoksulluk kimin problemidir, bu problemi kimin çözmesi gerekir? Yukarıda örneklediğimiz yaklaşım bilerek veya bilmeyerek yoksulluğun kamu otoritesi yani yerel yönetimler ve merkezî hükümet tarafından çözülmesi gereken bir sorun olduğu fikrinden uzaklaşıyor. Bunun, vatandaşın kendi arasındaki dayanışmayla çözebileceği bir sorun olduğunu ima ediyor. Tekrar ediyorum; bu, kimse kimseye yardım etmesin manasına gelmez, devletin buradaki sorumluluğunu hatırlatmayı unutmayalım manasına gelir. Yaptığınız iyilikle kamu otoritesinin sorumluluklarından sıyrılmasına zımnen de olsa yol açarsanız, yarın burs verecek, bağış yapacak kimse bulunamadığında ihtiyaç sahipleri de ortada kalır. Kısa vadede hayırlı olan bir iş uzun vadede olumsuz sonuçlar doğurabilir.

Kaldı ki, yatay yani vatandaşın vatandaşa yardımının kriteri nasıl belirlenecek? Bütün yoksullar yukarıdaki örnekte olduğu gibi uysal olup, kaderine razı yaşayıp gidecek ve bir gün sokakta eli kameralı birinin kendilerine rastlayıp, mütevekkil hallerini sosyal medyaya koymasını mı bekleyecek?

Yoksulluk ve sosyal politikalar konusunda kapsamlı ve nitelikli çalışmaları olan Prof. Ayşe Buğra’nın, ‘Poverty and Citizenship: An Overview of the Social-Policy Environment in Republican Turkey’ (International Journal of Middle East Studies 39, no. 1, 2007) başlıklı makalesi, Türkiye’de yoksullukla mücadele tarihini değerlendirmemizde yardımcı olabilir. Bu makaleyi bütün yönleriyle burada anlatmamız mümkün değil ama bazı ana hususları belirtebiliriz.

Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet fakirlikle mücadeleyi, biraz da Osmanlı’daki vakıf anlayışının etkisiyle, Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu gibi yarı resmî ama bütçesinin geniş kısmının vatandaşların bağışlarıyla oluşturulması beklenen kurumlar vasıtasıyla mümkün olduğunca sırtından atmaya çalışıyor. İkinci hedefse, fakirliği mümkün olduğunca kırsal kesime özgü bir olgu olarak tutmak. Bu da köylüyü köyde tutmak manasına gelir. 1950 sonrasında da bu amaç fazla değişmiyor ama köylülerin kente akması engellenemiyor. 60’lı ve 70’li yıllarda devlet yoksullukla dolaylı mücadele yollarını seçiyor. Örneğin, kent yoksullarının hazine arazisi üzerinde gecekondulaşmasına göz yumuyor, kamu iktisadi teşebbüslerinde gereğinden fazla kişi istihdam ediyor, kırdan göçü kontrol edebilmek için çiftçiye sübvansiyon uyguluyor vs. Tabii, bütün bunlar serbest piyasanın rasyonel mantığıyla uyuşmayan politikalar. 1980 sonrasında Özal’lı yıllarla baskın hale gelen serbest piyasacı, neoliberal yıllarda ise fakirlik devletin kapsama alanı dışında, sivil toplumun mücadele etmesi gereken bir sorun olarak görülmeye başlıyor. Buğra’nın da dediği gibi, fakirlik, toplumun bir geleneği olarak altı çizilen ‘hayırseverlik’ çerçevesinde çözülmeye çalışılıyor. Bunda 1980 sonrasında ‘sivil toplum’ kavramının ve kurumlarının daha evvelki dönemlere göre çok daha fazla öne çıkmasının payını da unutmamak gerek. 

Buğra’ya göre AKP döneminde bu yaklaşımda hem devamlılıklar, hem yenilikler yaşandı. Özel şahısların hayırseverliğine vurgu, gönüllü yardımların öne çıkarılması, devamlılık gösteren durumlardı. Fakat bunların sunulduğu ideolojik çerçeve tamamen değişmese de modifiye oldu. İslami anlayışla piyasacı kapitalizm mezcedildi. İslami anlayışta zaten var olan fitre, zekât gibi kavramlar ön plana çıkarıldı. Belediyelerden ihale alan işadamlarının, fakirlik fonuna yardım yapmaya ‘teşvik’ edilmesi gibi yöntemlere başvuruldu.

Bu çerçeveden bakınca, aslında 1980 sonrası şekillenen anlayışın devamı içinde olduğumuzu görüyoruz. Onun için de yoksulun hakkını arayanını değil, kendisine yardım edilmesini bekleyenini, yardım edilirse sevinen ama edilmezse de kızmayanını seviyoruz.