OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Tuvalet kâğıdı ve tabanca

Aslında bu tip salgınlar, afetler vs. bize iki şeyin kırılganlığını net biçimde gösteriyor, daha doğrusu hatırlatıyor, hatta yüzümüze çarpıyor: Bir canlı türü olarak kırılganlığımız ve kurduğumuz toplumsal düzenin kırılganlığı.

Zor zamanlardan geçiyoruz. Panikle oraya buraya saldırmamalı ama işin ciddiyetini de hiç küçümsememeli. Virüsün diğer ülkelerdeki seyrine bakacak olursak önümüzdeki günlerde özelde İstanbul, genelde Türkiye’deki vaka sayısının ani bir artış göstermesi ihtimali yüksek. Buna bakarak da paniğe kapılmayın. Mevcut şartlar altında bu ifade biraz tuhaf kaçıyor ama bu ani artış bu salgının seyri içinde ‘normal’ ve beklenen bir durum gibi görünüyor. Bu, ancak ortada hiçbir belirti yokken alınacak agresif tedbirlerle önlenebilirdi ama şu âna kadar takip edebildiğim kadarıyla, belki Güney Kore dışında bunu başarabilen ülke yok. 

Öte yandan, sayının yükselmemesi için kamu otoritesinden bireylere kadar, herkese ve her kuruma sorumluluk düşüyor. Bir yandan tabii ki zor ve sıkıntılı bir süreç; bir yandan da her birimizin yapması gereken, basit ve kolay ama virüsün yayılmasını önleyecek eylemler var: Mümkün olduğunca evde kalmak, diğer insanlarla mümkün olduğunca az temas etmek, elleri sık sık yıkamak. Bu şartlarda kimse sadece kendinden sorumlu değil. Her bir bireyin omuzlarında diğerlerinin sorumluluğu ve vebali var. Dolayısıyla, kalabalık mekânlara girmemek, böyle kalabalıklar oluşturmamak şart. Nerede olursa olsun. Bu önlemler çerçevesinde, her ne kadar Patrikhane’yi ikna etmemiz zor olduysa da, kiliselerdeki ayinleri halka kapamak doğru bir karar olarak çıktı. Patrikhane yetkilileri yanlış olan “Toplu ayinlere devam” kararından şükür ki döndü.

Ayrıca, herkesin evden çalışma imkânına sahip olmadığı açık ama en azından bu imkânı olanların evden çalışması, işverenden bunu talep etmesi gerekiyor. Biliyorum, Türkiye’deki işçi-işveren ilişkileri göz önünde bulundurulursa naif bir şey söyledim ama devletin de evden çalışmayı teşvik etmesi gerekiyor. Doğası gereği buna müsait olmayan işlerde de ara vermek gerekiyor; zira bir şey çok açık: Hayatın temposu ile virüsün yayılma hızı doğru orantılı; virüsün yayılma hızını düşürmek için hayatın temposunu düşürmek gerekiyor. Bunun tabii ki ekonomik, finansal bir maliyeti olacak. Özellikle, çok sayıda işçi ve küçük işletme, işini kaybetme riskiyle karşı karşıya. Hükümetlerin bu kesimlere büyük, hem de çok büyük kaynak aktarması gerektiği ortada. Hepsinin gelecek bütçe hesabını buna göre yapması gene bir-iki ülkenin değil, bütün dünyanın selameti açısından gerekli. Nasıl bu ortamda sadece kendinden sorumlu bir birey yoksa, sadece kendi ülkesinden sorumlu bir hükümet de yok. Bilinmeyen bir şey olmasa da, bu salgın ülkeler arasındaki siyasi sınırların ne kadar yapay ve anlamsız olduğunu bir kere daha gösterdi. Virüse pasaport soramıyorsunuz, yarın bu yavaşlamadan dolayı patlayacak ekonomik krize de soramayacaksınız. Dolayısıyla, hükümetlerin de tercihlerini, bakışlarını ve önceliklerini değiştirmeleri gerekiyor. Örneğin, askerî harcamalardan kesip insana, sosyal ihtiyaçlara yatırım yapmak zaten her zaman doğru, ama şu günlerde bunun tartışılacak bir yanı da kalmadı. Savaşın da temposunu düşüreceksiniz beyler. 

Aslında bu tip salgınlar, afetler vs. bize iki şeyin kırılganlığını net biçimde gösteriyor, daha doğrusu hatırlatıyor, hatta yüzümüze çarpıyor: Bir canlı türü olarak kırılganlığımız ve kurduğumuz toplumsal düzenin kırılganlığı. Özellikle son 250 sene içinde şekillenen ve adına modernite denen sosyal durum, insanoğluna her şeyi yapabilecekmiş, her şeye muktedirmiş gibi bir özgüven, hatta kibir verdi. Bu zaman zarfında tıpta, tıp teknolojisinde kaydedilen devasa ilerlemeleri yadsıyamayız ama sonuçta karbon bazlı, etten, kemikten oluşan canlılarız, yenilmez değiliz, ölmek hâlâ ‘kolay’. Modernite toplumsal düzenimizde de insana benzer bir özgüven verdi. ‘Normal’ zamanlarda, en alt sınıflar hariç, sorunsuz işleyen, daha doğrusu sorunsuz işlediği düşünülen sosyal düzenin, iskambil kâğıdından kule hızıyla çökmesi insanları şoka uğratıyor; bu da mantıklı düşünme ve davranma kapasitelerini normalin altına çekiyor.  Kapitalizm olduğunu bilerek veya bilmeyerek doğallaştırdığımız düzenin doğadan ne kadar da uzak, ne kadar yapay olduğunu fark ediyoruz. Toplumsal sistemimizi ne kadar yanlış değerler ve öncelikler üzerine kurduğumuzu görüyoruz. 

Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Virüs salgınıyla birlikte satışı artan metalar arasında makarna ve tuvalet kâğıdı olduğunu sağır sultan bile duydu; ama ABD’deki satışı son günlerde artan bir meta daha var: Silah. Hemen belirteyim ki, bunun Amerika’ya özgü bir tutum olduğunu hiç sanmıyorum. Evet, Amerikan kültüründe silahın özel bir yeri var ve bu nedenle silaha erişim diğer ülkelere göre daha kolay. Türkiye veya başka bir yerde de gidip köşedeki dükkândan silah alabilseydiniz benzer bir durum ortaya çıkabilirdi. Ayrıca, aynı durumdan dolayı Amerika’da silah satışlarının artışını ölçmek görece kolay. Türkiye gibi yerlerde bu iş daha karanlıkta kalıyor. Dolayısıyla, bu söyleyeceklerimizi ne sadece Amerika’ya özgü, ne de Amerika’nın tamamı için geçerli kabul etmek lazım. Peki, silah satışlarının artışını nasıl yorumlayabiliriz? Belli ki insanlar, kriz durumlarında diğer insanlara güvenmiyor, onlardan korkuyorlar. Ellerindeki kaynakları korumak ve belki de başkalarının elinde tuttuğu kaynaklara saldırmak için akıllarına gelen ilk şey silah oluyor. Denebilir ki, mağara devrinden beri böyle değil mi? Bir an için öyle olduğunu kabul edelim. Demek ki, medeniyet dediğimiz, modernite dediğimiz şey sadece yüzeye bir yaldız çekmiş; ufak bir sallamada o yaldız dökülüyor ve altından mağara adamları çıkıyor. 

İşin ironik ve trajik tarafı, böyle kriz anlarında birileri, çok küçük bir kesim de olsa, kıyamet senaryosu düşünüp ona göre hareket etmeye başladıklarında diğerlerini de peşlerinden sürüklüyorlar ve o kıyamet senaryosunun gerçekleşme ihtimali böylece yükseliyor. Kendi kendini gerçekleştiren bir kehanetle karşı karşıya kalıyoruz. Sonunda öyle bir oluyor ki, neyi hayal ederseniz onu yaşıyorsunuz. Kötü senaryo, daha doğrusu kötülüğün başrolde olduğu senaryo, işbirliği ve dayanışma senaryolarına göre daha fazla rağbet görüyor. Örneğin, birileri silah almaya başladığında aklında hiç böyle bir şey olmayanların da içine kurt düşüyor, “Acaba…” diyorlar. Bu paradoksu çözmek kilit bir önemde, kanımca.  

Peki, insanlar krizlerden ders alır mı? Bu belki aşırı geniş, toplumlar arasındaki farklılıkları görmezden gelen bir genelleme olacak ama tarihsel bir perspektifle baktığımızda pek de almadıklarını görüyoruz. Olağanüstü şartlar atlatılınca, kriz bitince, o krize veya olabileceğinden daha ağır geçirilmesine sebep olan sosyal şartlar üzerine kafa yormadan, en kısa sürede eski düzene geçme eğilimi var. Örneğin, bakalım bu salgın, özellikle sağlığı kâr amacına kilitlemiş ülkelerde sağlık sistemine, halk sağlığı kavramına bakışta köklü bir değişiklik getirecek mi...