Greenspan ve Neoliberal aklın kriz temayülleri

Bir insanın 40 yılı aşkın bir süredir sahip olduğu ve hayatına onunla yön verdiği ideolojiyi toplum önünde hatalı ve eksik ilan etmesi bir erdem sayılabilir. Alan Greenspan’in sözleriyle, “Her insan varolduğu sürece bilinçli ya da bilinçsiz belli bir ideolojinin mensubudur, önemli olan ise bu ideolojinin haklı olup olmadığıdır.” Post-depresyon döneminde, bugün, neoliberal aklın haksızlığını açık açık ilan etmekten başka çaresi kalmamış görünüyor.

ORKUN SAKA
orkunsaka@yahoo.com

'... Problem şu ki, zamanında serbest ve rekabetçi piyasalar için gayet sağlam ve hatta olmazsa olmaz bir destek mekanizması olduğu düşünülen yapı çöküverdi; ve daha önce de belirttiğim gibi, bu benim için büyük bir şok. Buna neyin sebep olduğunu hâlâ tam olarak anlayabilmiş değilim. Bu devasa çöküşün hangi boyutlarda olduğunu ve nelerden kaynaklandığını anladıkça ben de fikirlerimi değiştireceğim. Elimizdeki bulgular değiştikçe ben de değişeceğim.'

Bu cümleler Alan Greenspan'e ait. Bahsi geçen “çöken yapı”dan kasıt ise mortgage piyasasındaki türev ürünler yumağı. Greenspan, 1987'den 2006 yılına dek Amerika Birleşik Devletleri Merkez Bankası başkanlığı yapmış, gerek cumhuriyetçiler gerekse de demokrat partili Bill Clinton tarafından uzun yıllar boyunca bu koltukta oturması uygun görülmüş bir şahsiyet.

Subprime mortgage krizine ilişkin 2008'deki Amerikan Kongre soruşturmaları sırasında, şimdiye dek savunageldiği 'sınırsız ve kısıtlamasız serbest piyasa' ideolojisinin hatalı olabileceğini ve bu hataların son krizde önemli bir paya sahip olduğunu biraz mahçup, biraz da mağrur bir biçimde senatörlere itiraf ediyor. Bilindiği üzere kendisi 2000-2004 yılları arasında Merkez Bankası faizlerini reel bazda tarihi dip oranlara düşürmüştü.

Birçok eleştiriye rağmen istikrarlı bir biçimde sürdürdüğü bu 'kolay para' politikası, piyasada risk primlerini düşürerek finansal kurumların aşırı miktarda borçlanmasını ve risk iştahı artan kreditörlerin halkın 'ödeme gücü şüpheli' kısımlarına dahi ev kredileri açmasına, en yumuşak tabirle, ‘yardımcı’ olmuştu.

Bankalar, riskleri yanlış ölçtüklerini ve ekonomik dalgalanmalarla beraber subprime müşterilerinin toplu hallerde temerrüde düşebileceklerini çok geç anlayabildiler. Beklenen ekonomik dalgalanma içinse Greenspan'in diplerdeki Merkez Bankası faizlerini yavaş yavaş artırmaya başlaması yeterliydi.


Bu ideolojik düzleme Adam Smith'ten beri süregelen ekonomik düşünce zinciriyle ulaşıldığı bilinmekte. Oysa ki Smith bile, 'görünmez el' diyerek ortaya attığı bu belirsiz piyasa dinamiğinin belli sınırları olduğunu kabul etmekteydi.

İşlerin kötü gitmeye başlamasıyla da ilk patlaklar işte o meşhur subprime segmentinde ortaya çıktı. Sonrası ise hepimizin bildiği gibi. Kredi sahiplerinin yükselen faizlerle beraber ödeme güçlükleri yaşamaları, konut piyasasında fiyatların keskin düşüşü, bu piyasaya bağlı mortgage türev ürünlerinin (kredi derecelendirme kuruluşları tarafından tescillenenlerin dahi) banka ve finansal kurumların bilançolarında ciddi hasarlara yol açması, Lehman Brothers'ın batışı, güvensizlik ortamının yarattığı likidite krizi, Amerikan Merkez Bankası’nın piyasalara müdahale edip nakit desteği sağlaması, batmak üzere olan birçok finans kuruluşunun devlet eliyle kurtarılması ve vatandaşların vergileriyle tekrar sermayelendirilmesi...

Devletin piyasaların “doğa”sını bozmaya hakkı yok

Krizin gelişim sürecinin bir de deregülasyon ve beraberinde gelen ahlaki bunalımları içeren yönü var elbette. Greenspan bu konuda yalnız değil tabii ki. O ve birçok özel kurum yöneticisinin Kongre’ye ve Amerikan Hükümeti’ne açık veya üstü kapalı yollardan lobi yaptığı biliniyor. Özellikle türev ürün piyasasının denetlenmemesi için birçok neoliberal ekonomist ve bürokrat  2000'li yılların başından itibaren bir anti-regülasyon cephesi oluşturmuşlardı. İstedikleri, piyasadan en yüksek verimin alınabilmesi için piyasanın kendi haline bırakılmasıydı. Bununla beraber esneklik kazanan şirketler, hem kendi hem sermayedarlarının çıkarları için en doğru işlemlere girip riskli alım-satımlardan kendiliğinden kaçınacaklardı. Yani piyasa kendi kurallarını kendisi belirleyecek ve kendi kendini en verimli ve güvenli şekilde yönetecekti. Devletin araya girip piyasaların 'doğa'sını bozmaya hakkı yoktu.

Bu ideolojik düzleme Adam Smith'ten beri süregelen ekonomik düşünce zinciriyle ulaşıldığı bilinmekte. Oysa ki Smith bile, 'görünmez el' diyerek ortaya attığı bu belirsiz piyasa dinamiğinin belli sınırları olduğunu kabul etmekteydi. Nitekim 'Milletlerin Zenginliği' adlı eserinde, devlet kontrolünden ve denetiminden tamamen azade olan piyasalarda monopoli gücünün artabileceğini ve işverenlerin biraraya gelip toplum çıkarına aykırı fiyat mekanizmaları kurabileceklerini anlatır bize.

Bir başka paragrafında ise 'sınırsız ve kısıtlamasız' piyasa sistemlerinde işletmelerin çıkarlarının her zaman bir miktar toplum aleyhinde olduğunun altını çizer ve sermaye sahiplerinin kendi çıkarları için politikayı ve yasama organlarını etkileme eğiliminde olacağından bahseder. Dolayısıyla kapitalist cepheden gelebilecek her türlü öneri ve istek ancak uzun ve dikkatli bir inceleme sürecinden geçtikten sonra kabul edilmelidir.

Bunu bizzat serbest piyasa sisteminin babası olarak adlandırılan Adam Smith söylemektedir. Peki 2000'li yıllardan bu yana türev ürün piyasasında, ve daha global ölçekte 1980'lerden beri birçok sermaye piyasında gerçekleştirilen deregülasyon politikaları, tam olarak Smith'in tehlikeli bulduğu bu senaryoya tekabül etmekte değil midir?

Keynes'ten sonra, hele ki 70'lerle beraber ortodoks iktisat teorisinin iyice liberal raylara oturmasından sonra, kapitalist aklın imkan ve sınırlarını çok az sayıda ekonomist tahlil edebildi. Şirketlerin büyüme iştahının beraberinde getirdiği kriz eğilimlerini iktisat teorilerinin rasyonel aklıyla açıklamak gittikçe daha zor hale geldi. Zamanla bir matematik deryasına dönen ekonomi literatürü ise kapitalist döngüyü açıklayabilmek için ancak sistem dışı şokları ve hükümetlerin para politikalarını bahane edebilmekteydi. 

Keynes'ten sonra, hele ki 70'lerle beraber ortodoks iktisat teorisinin iyice liberal raylara oturmasından sonra, kapitalist aklın imkan ve sınırlarını çok az sayıda ekonomist tahlil edebildi.

Oysa bütün bu olan bitenin çok daha temel, insan psikolojisinin sac ayaklarıyla temellendirilebilecek bir açıklaması olmalıydı. İşte o noktada Hyman Minsky'i hatırlamak zihin açıcı olabilir. Minsky, Keynes sonrası dönemin en belirgin, müdahaleci finans teorisyenlerinden biriydi ve aslında finansal istikrarın ta kendisinin istikrar bozucu bir dinamik yarattığını iddia etmekteydi. Ünlü 'Finansal İstikrarsızlık Hipotezi'nde, kapitalistlerin istikrarlı dönemlerde bu iyi gidişin sonsuza dek devam edeceği illüzyonuna kapıldığını ve risk iştahını kabartarak daha spekülatif borç yapıları oluşturduğunu belirtir. 

Önceleri yalnızca riskten korunma ve operasyonel nedenlerle yapılan borçlanma, daha sonraki aşamalarda spekülatif bir pozisyon tutma yarışına dönüşür. Bu borçlanma bir süre sonra da yalnızca işler iyi gittiği sürece geri ödenebilen bir ponzi şemasına varır. Varlık fiyatlarındaki balon patladığı zaman da ilk olarak, borç ödemelerini varlık fiyat artışlarına dayandırmış borçlular iflas ederler.


Görece yeni bir alan olan davranışsal finans disiplinindeki çalışmalar da son zamanlarda benzer bir bulguya işaret etmektedir. Araştırmaların bir kısmı göstermekte ki yatırımcılar alım-satım kararlarında uzun dönemli istatistikler yerine daha çok yakın geçmişi baz alacak şekilde davranmaktalar.

Bu iflasların piyasada yarattığı tedirginlik likiditeyi düşüreceği için spekülatif borçlular da anapara ödemelerini çeviremez duruma gelirler. Bu geri besleme mekanizması bir süre sonra operasyonel nedenlerle borçlanan, ödeme gücü bulunan müşterilerin dahi fonlara erişimini keser ve ekonomi resesyona girer.

Elbette Minsky'nin teorisinde esas olan sistem dışı bir şok değil, sistemin 'iyi' zamanlarda biriktidiği kriz enerjisini fiyatlar durunca realize etmesidir. Buradaki temel varsayım ise insan davranışının tabiatı itibariyle konjonktür yanlısı olmasıdır. Yani sermaye sahipleri ekonomik büyüme dönemlerini de daralma dönemlerini de kendi aldıkları kararlarla daha marjinal hale getirme eğilimindedir.

Görece yeni bir alan olan davranışsal finans disiplinindeki çalışmalar da son zamanlarda benzer bir bulguya işaret etmektedir. Araştırmaların bir kısmı göstermekte ki yatırımcılar alım-satım kararlarında uzun dönemli istatistikler yerine daha çok yakın geçmişi baz alacak şekilde davranmaktalar.

Üstelik bu davranış biçimi yalnız kriz öncesi dönemde değil kriz sonrası süreçte de etkisini gösteriyor ve yatırımcılar tam tersi yönde hareket edip zararlarını önlemek için satışlara girişiyorlar ve tam da bu yüzden varlık fiyatları aşağı yönlü bir sarmal oluşturup sonunda dibe vuruyor. Princeton'dan ekonomist Hyun S. Shin'in deyimiyle 'klasik bir Yunan trajedisindeki gibi, felaketi getiren aslında felaketi önlemek isteyen veya o felaketten kaçan aktörlerin hareketleri oluyor.'

Sonuç itibariyle, kapitalist aklın ve özellikle finansal sistemin krizlere içkin bir yapısı olduğunu söyleyebiliriz. Bu krizlerin önlenebilmesinin, önlenebilmesi iyimser bir ihtimal ama en azından etkilerinin azaltılmasının, ancak konjonktür-karşıtı regülasyon ve denetimle mümkün olabileceğini zor yoldan da olsa artık yeterince empirik bulgu sayesinde tespit etmiş bulunuyoruz.

Bundan sonra yeniden inşa edilecek yeni global finans yapılanmasının bütün bu bulgulardan ders alarak ilerlemesi gerekmekte ve piyasa oyuncuları arasındaki enformasyonel asimetrilerden tutun da konjonktür yanlısı risk modellemelerine kadar düzenlemesi gereken epeyce konu bulunmakta. Greenspan'a gelince, bir insanın 40 yılı aşkın bir süredir sahip olduğu ve hayatına onunla yön verdiği ideolojiyi toplum önünde hatalı ve eksik ilan etmesi dahi bir erdem sayılabilir.

Yine kendisinin sözleriyle, 'her insan varolduğu sürece bilinçli ya da bilinçsiz belli bir ideolojinin mensubudur, önemli olan ise bu ideolojinin haklı olup olmadığıdır'. Post-depresyon döneminde, bugün, neoliberal aklın haksızlığını açık açık ilan etmekten başka çaresi kalmamış görünüyor.

 

Kategoriler

Şapgir