Sevin Okyay: Herkes yazdığına göre yakında okur kalmayacak

Sinema eleştirmeni, cazsever, edebiyatsever, evirmen ve yazar Sevin Okyay ile eleştirmenlik, çevirmenlik, caz ve ilk romanı ‘İlk Kitabım’ hakkında konuştuk. Okyay, çok iyi yönetmenler çıksa da, ‘Türkiye sineması’ damgasını taşıyaçak bir film geleneğimiz olmadığını düşünüyor.

CAN ÖKTEMER
temercan.ktemer7@gmail.com

• Türkiye’nin ilk kadın sinema eleştirmenisiniz. Sinema eleştirmenliği maceranız nasıl başladı?

1984’te Milliyet’teydim, Film Günleri’ne gidebilmek için Ömer’den (Madra) benim için bir film yazmasını rica ettim: Fellini’nin “E la Nave Va / Gemi Gidiyor”u. Önce olur dedi, sonra vazgeçti. İçi rahat etmemiş. Gazetede yer de ayırtmıştık, mecburen oturup ben yazdım. Daha doğrusu, Enis (Batur) beni Milliyet’in dördüncü katına kapattı. Ertesi gün de, “Mario Ricci’nin Ölümü”nü yazabilir miyim diye soruyordum. Yıllarca, özellikle Nokta’nın eki Ne Nerede’de çok film yazmışımdır ama SİYAD’a kabul edilmem on yıl sürdü. Pek maceralık bir şey yok yani. Ayrıca hiçbir zaman da “Ben ilk kadın eleştirmenim,” diye düşünmek aklıma gelmemiştir.

• Genel olarak Türkiye’de sinema eleştirmenliğini nasıl buluyorsunuz? Sinema eleştirmenliği yapmak için sizce hangi kıstaslara sahip olmak gerekir?

Neye göre, dışarıdakilere göre mi? Dernek bünyesinde mi, yoksa sahiden genel olarak mı? Başka yerlerden pek farklı bulmuyorum. Sonuçta, herkes yazıyor, özellikle internet yaygınlaştığından beri. Okurun seçimine kalıyor yani. Hoş, yakında pek okur da kalmayacak sanki, herkes yazınca.

Buna karşılık, kıstas ne olmalı, bilemiyorum. Eğitim olabilir tabii de, ne eğitimi? Sinema eğitimi görmenin mutlaka faydası vardır. Gene de, sinema eğitimi görmüş bir eleştirmen, görmemiş birinden ille de daha iyi yazar diyebilir miyiz? Bence sinemaya aşinalık, başka disiplinlerden de habersiz olmamak, mukayese yapabilecek düzeyde film görmüş olmak, yönetmen tanımak, sinema tarihini bir ölçüde bilmek gerekli. Bir de, yazdığın şeyin okununca anlaşılmasında fayda var tabii. Şahsen benim, dışarıda olduğu gibi burada da, bir film hakkında ne düşündüğünü çok merak ettiğim, okuduğum, güvendiğim  eleştirmenler var.

• Son dönem Türkiye sineması için neler söylemek istersiniz? Sizce Türkiye sineması yurtdışında kendi kimliğini yaratabilmeyi başardı mı?

Genç yönetmen diye tanımladığımız kişiler artık olgun yönetmen oldu. Bir kısmı Avrupa, hatta dünya çapında isim yaptı. Bundan şikayetçi olacak halimiz yok. Hemen hemen her yıl en beğendiğim on film listesine hiç zorlanmadan bir Türk filmi ekleyebilirim. Ama elbette hepsinin farklı bir sineması var. Bir akım ya da ‘Türk sineması’ diye bir imza oluşturmuyorlar. Yeni gelenler de var, kimileri tecrübe edindi bile, kimisi de yeni başlıyor. Açıkçası, hayli umutluyum.

• Son yıllarda Türkiye yerli film izleme oranında bu konuda uzun yıllar birinciliği kimseler kaptırmamış Fransa’yı bile geride bıraktık,  bu durum için neler söylemek isteriniz. İzleyicinin tercihini sadece yerli filmlere yapmasının ileride iyi yabancı filmlerin buralara uğramama tehlikesi yaratır mı?

Esas olarak, iyi yerli filmlerin buralara uğramama tehlikesi yaratacağından korkuyorum ben. Senin deyişinle Fransa’yı bile geride bırakmamızı ‘sağlayan’ o filmlerin içinde kaliteli olanları pek az. Ama insanlar beğeniyor, izliyor. Bu sadece sinemaya özgü değil elbette. Başka sanat dalları için, televizyon için, hatta spor için bile geçerli. Çok iş yapan film kötü olur demiyorum, mesele şu ki, iyi olanına da ender rastlanıyor. Gene de, insanların sinemaya ayağının alışmasını sağlayan bu filmleri tamamen tü kaka etmenin de yanlış olduğunu düşünüyorum.

• Sinema yazarı kimliğiniz dışında sizi çevirmen olarak da biliyoruz. Çevirmenliğe nasıl başladınız?

1963’tü sanırım, İnkılap-Aka’ya yakın bazı arkadaşlarım vardı, onların aracılığıyla bir Georgette Heyer çevirmiştim. Çok zordu, Rızapaşa Yokuşu’ndaki Redhouse Kitabevi’nden “Tarihi Argo” diye bir sözlük almam gerekti. Kahramanımız 19’un yüzyılda Londra’da bir hırsızdı ve devrin ayaktakımı argosunu kullanıyordu. Çok da eğlenceliydi, basmadılar ama. Derken Arkın’a başvurdum, çünkü altmış kitaplık bir dizi yapıyorlardı. Sonradan Rekin Teksoy olarak yeniden tanışacağım (gerçi o beni hatırlamadı) bir beyle tanıştım. Bana “İnsan Vücudu” kitabını verdi, perişan oldum. Pars Tuğlacı’nın sözlüğü olmasa yapamazdım zaten. O basıldı. Arkın’da bir süre UNICEF dergisine de çeviriler yaptım. O gün bugündür de çeviri yapıyorum. Artık biraz daha kolay.

• Türkiye’de çevirmenlik mesleği için neler söylemek istersiniz? Siz kitap okurken orijinal dilinden okumayı tercih ediyorsunuz yoksa çeviri mi?

Kesinlikle orijinal dilinden okumayı tercih ederim. İngilizce değilse eğer, tercihan yazarın ya da yayınevinin onayladığı İngilizce çevirileri okumayı tercih ederim ya da. Tanıdığım, çok beğendiğim çevirmenler var, onların çevirilerini tereddüt etmeden okurum. Nasıl çevirmişler diye merak ederim. Bir ara bir meslektaşımla birbirimize güvenilir çevirmen listeleri veriyorduk. Ama genelde, hele ‘ikinci sınıf’ sayılan edebi türlerde bir aldırmazlık hakim. Orijinal dile tamamen hakim olmamak bir dereceye kadar anlaşılabilir de, kötü Türkçeye dayanamıyorum.

Öte yandan, parlak koşullar içinde de çalışmıyoruz. Çevirmenleri (ona bakarsan, yazarları da) düşünen yayınevleri azınlıkta. Hepimizin tatsız tecrübeleri olmuştur. Bu yüzden de Çevbir diye bir meslek örgütümüz var. Çevirmene verilen para nedense göze batıyor. Oysa genelde de asgari düzeydedir. Bir işi mümkün mertebe ucuza yaptırmaya çalışırsan, kalite de beklememek gerekiyor.

• Geçen sene muzır neşriyat kurulu William S. Burroughs’un Yumuşak Makine’si ve Chuck Palahniuk’in Ölüm Pornosu’na  “Türk milletinin milli, ahlaki, insani ve kültürel değerlerini benimsemediği” gerekçesiyle dava açmıştı, siz bu dava için neler söylemek istersiniz? Çevirmenlik de yapan biri olarak bu durumun ileride çevirmenlik mesleğini kötü bir şekilde etkileyeceğini düşünüyor musunuz?

Pardon ama, bu durum yeni bir şey değil ki! Muhtelif nedenlerle, siyasi çeviriler, müstehcen diye tanımlanan çeviriler, resmi tarihe uymayan çeviriler vs. yüzünden, çeşitli bahanelerle 120 yıla kadar hapsi istenen arkadaşlarımız oldu yakın denebilecek bir geçmişte. Elbette etkiler ama zaten, benim bildiğim son kırk yıldır da etkiliyor. Bu tür sansürler, baskılar, birlikte yaşamak zorunda olduğumuz rezil şeylerin listesinde en üst sıralarda yer alıyor. Aldırmadık, aldırmayacağız. Çevbir bununla da mücadele ediyor.

• Yerli polisiye edebiyata karşı başta Ahmet Ümit ve son dönemde Emrah Serbes’in kitapları sayesinde yoğun bir ilgi var, siz son dönem yerli edebiyat için neler söylemek istersiniz? Yerli yazarların bu türe biraz mesafeli yaklaşmasının sebebi ne olabilir?

O ilgi aslında Osman Aysu ile başlamıştı, Ahmet Ümit’le daha da yükseldi. Gerçi Emrah’ın çok beğendiğim (MSM’den öğrencimdir) kitapları o kadar satmadı ama “Behzat Ç.”, diziyi yaratanların da katkısıyla, polisiyeye olan ilgiyi arttırdı. Polislik olaylardan nasıl olup da iyi bir dizi yapılabileceğini de gösterdi.

Yazarlara gelince, mesafeli yaklaşmak değil de, belki ilgilenmiyorlardır, olamaz mı? Çoğunluğu, tıpkı fantastik edebiyat ve korku ile bilimkurguda olduğu gibi, polisiyeye ikinci sınıf edebiyat gözüyle bakıyor olabilir. Ki, bu da bize mahsus bir şey değil. Benim şahsi kanaatim şu: Polisiye olması, kaliteli olmasının önünü kesmez. İyi yazılmışsa eğer, hem iyi bir polisiye, hem iyi bir kitaptır. Ne de olsa dünyada bu janrın parlak temsilcileri arasında iyi yazarlar var, hep de olmuştur. Yani, iyi yazarlar bazen de polisiye yazar demiyorum. Polisiye yazanların arasında iyi yazarlar olduğunu kastediyorum. Öte yandan, mesafeli yaklaşımın bir diğer nedeni de satışların genelde azlığı olabilir. Çok satan da var ama, istisnai bir durum.

 Yine son dönemlerde okumaktan ve izlemekten keyif aldığınız yazarlar, yönetmenler kimlerdir?

Ahmet Büke, Murat Uyurkulak, Haydar Karataş, Deniz Gezgin, Yekta Kopan, Behçet Çelik, son zamanlarda severek okuduklarım. Adnan Gerger’in yaklaşımını hep severim. Tabii, yıllardır okuyup hayranı olduğum yazarlar da var ama, son zaman dediğin için büyle bir liste yaptım.

Sinemaya gelince, sön dönem derken son beş yılı, örneğin, kastediyorsak, bilemiyorum, çok genç yönetmenlerden söz etmemiz gerekir. Eğer daha geri gidebilirsek Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu ve Tayfun Pirselimoğlu var. Tayfun’u sona bıraktım, çünkü onu yazar olarak  da severim. Daha genç yönetmenler arasından da isim veribilirim ama, şimdi yarısını unutacağım, ayıp olacak. Zaten yukarıda kim bilir kimleri unuttum.

• Sıkı bir caz tutkunu olduğunuzu biliyoruz. Caz tutkunuz nasıl başladı? 70’li yıllarda caz albümlerine ulaşmakta ne gibi sıkıntılar çekiyordunuz?

Eskiden, biz gençken, çok iyi caz grupları vardı. İsmet ağbileri falan (Sıral) büyük otellerin beş çaylarında dinleyebilirdik. Benim radyoda dinlediğimi hatırladığım ilk caz parçası “Cherry Pink and Apple Blossom White’tır.

70’li yıllarda caz albümlerine ulaşmakta sıkıntı çektiğimizi nereden biliyorsun? Yoksa sen casus musun? Zaten hayret ediyorum, nasıl oldu da “Ne olacak bu Beşiktaş’ın durumu?” diye sormadın.

Neyse, böyle bir sıkıntı gerçekten vardı. Caz LP’lerini almak (tıpkı yabancı sigara almak gibi) kaçakçılık sayılıyordu, Fitaş Pasajı’nda tezgah altından çıkarıp gizlice verirlerdi: John Coltrane, Coleman Hawkins, Cannonball Adderley – caz müzisyeni olmasa da caz seven ve çalan kocam sayesinde öğrenmişimdir hepsini. Ama sonra da caza hep yakın durdum. Rock çok sevdiğim halde, favorim cazdır.

• Geçtiğimiz günlerde “İlk Romanım” isimli kitabınız üçüncü baskısını yaptı. Bize biraz bu kitap oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz? Ufukta yeni bir roman projeniz var mı?

“İlk Romanım”ın üçüncü baskı yapması beni çok mutlu etti. Daha önce de başka iki yayınevinden çıkmıştı, etti beş baskı. 1950’li yıllarda 10 yaşının arifesinde olan bir küçük kızın yaşadıkları, bugünün çocuklarını da ilgilendiriyor, ne tuhaf! Ve ne güzel!

Öyle kendi çocukluğumdan yola çıkarak, hatıra gibi bir şeyler yazıyordum. Sonra roman gibi olsun dedim. Çok da hoşuma gidiyordu ki, USB almayı ihmal ettiğimiz için bilgisayar bir cereyan sorunu yaşadı. Bizim kitapla birlikte üç çeviri de uçtu gitti. (Aslında, üç yılda bir benzer sorunlar yaşarım.) Çevirilerin birini yeniden yaptım, ikisinden vazgeçtim. Kitabı da yeniden yazdım, nasıl olduysa. Hâlâ da ilk yazdığımda daha iyiydi diye düşünürüm. Ama zaten kaybettiğin her şey için düşünürsün bunu. Ufukta yeni bir roman projesi yok, pek öyle projeci biri sayılmam. Allahtan beni dürten hayır sahibi insanlar var. Belki diyorum, Ebru bana bir kitap daha yazdırabilir.

Kategoriler

Şapgir

Etiketler

Sevim Okyay