OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Çomaklı nere Ürdün nere…

Ohannesian Charpin, Kayseri’nin Çomaklı köyünden ta bugünkü Ürdün’ün güney ucuna, çölün yamacına sürülen, çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlı 1600 civarında Ermeni’nin hikâyesini anlatıyor. Çomaklı nere, Güney Ürdün nere...

Soykırımları anlamanın önemli bir yolu da onun içinden geçen insanların, yani bireylerin hikâyelerine bakmaktır. Siyasetin makro ve soyut kavramlarının anlatamadıklarını, insan-birey hikâyeleri bazen daha iyi anlatır. Soykırım, nasıl bir şeydir, kitlesel can kaybı gibi çok bariz kayıpların yanı sıra ne gibi tahribatlar yapar, bunları bu hikâyelerin ayrıntıları vasıtasıyla anlarız. Bu hafta, Anna Ohannesian Charpin’in ‘Unutulmuşluktan Hatırlanmaya: Güney Ürdün’deki Ermeni Kadınların Dini İnancı ve Aşiret Yapısı’ (‘From Oblivion to Memory: the Faith of Armenian Women in South Jordan and Tribal Structure’) başlıklı, henüz yayınlanmamış makalesi vasıtasıyla Ermeni Soykırımı sırasında yaşanan bu türden bir hikayeye bakalım hep beraber. Bu çalışmanın, Hrant Dink Vakfı’nın yasaklandığı için yapılamayan Kayseri konferansında sunulacak tebliğlerden biri olduğunu da not düşelim. 

Ohannesian Charpin, Kayseri’nin Çomaklı köyünden ta bugünkü Ürdün’ün güney ucuna, çölün yamacına sürülen, çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlı 1600 civarında Ermeni’nin hikâyesini anlatıyor. Çomaklı nere, Güney Ürdün nere… Niye bu kadar uzağa sürüldükleri bir soru işareti. Ohannesian Charpin temel olarak kafilede bulunup da sağ kalmayı başaran iki kişinin Retios Der Nersessian’ın günlüğü ve Hagop Asadourian’ın (Asaduryan) anılarına ve kendisinin Güney Ürdün’de yaptığı saha çalışmasına dayanarak bu makaleyi yazmış. 

Askerler, 2 Temmuz 1915’te Çomaklı’yı kuşatmışlar. Daha önce Haziran ayında da Ermenilerin sürüleceği söylentisi köye ulaşmışsa da, bu kuşatmayla Ermenilere toplanmaları için Der Nersessian’ın anlatımına göre beş, Asadourian’ın anlatımına göre üç saat süre verilmiş. Askerler, evlerinden ayrılmak istemeyenlere veya geç kalanlara karşı zor kullanmışlar. Birkaç günlük molalarla birlikte 39 gün boyunca Çomaklı’dan Suriye’nin Katma şehrine kadar yürütülmüşler ki bu da dağ tepe 400 km. civarında bir yürüyüş mesafesi demek. Oradan da trenlerle ilkönce Halep’e, sonra Şam’a, sonra da Güney Ürdün’e sevk edilmişler. Der Nersessian’ın anlatımına göre bu kafilede doğrudan askerler tarafından öldürülen kimse olmamış ama kötü şartlardan, yorgunluktan, tifo gibi salgınlardan dolayı yol boyunca azala azala ilerlemişler. Güney Ürdün’ün köylerine vardıklarında hayatta kalanlar da zaten yaşayan ölüler gibiymişler. Gittikleri yer de kurak çöl iklimi olduğundan ve zaten orada hayat şartlarının zorluğundan, yetersiz barınma ve sağlık imkânlarından dolayı yerleştirildikleri yerlerde de kitlesel ölümler devam etmiş. O kadar ki, bazen yüz kişi tek bir eve tıkışmak zorunda kalmışlar, her birine yaşama alanı olarak ancak uzanacakları kadar bir boşluk düşüyormuş. İlk zamanlarda o kadar mecalsizlermiş ki evin içinde uzandığı yerden kalkamayıp can verenleri götürüp gömemedikleri için günlerce cesetler yattığı yerde kalıyormuş. Bazen de çevredeki Araplar gelip ölüleri defnediyorlarmış.

Varışlarından bir sene sonra çevre şartlarına biraz uyum sağlamayı başarmışlar ama bu sefer de Kasım 1916’da Osmanlı yetkilileri tarafından Müslüman olmaları ‘tavsiye ve telkin’ edilmiş. Anlatıcılar tam bir sayı vermiyor ama anlaşılan o ki birçoğu hem çevreleriyle hem Osmanlı memurlarıyla daha yumuşak ilişkiler kurabilmek için bu teklifi kabul etmiş. Etmiş etmesine ama resmen Müslüman olunca bu kez de gerek yerel Araplar gerek kimi subaylar, kızlarıyla evlenmek için talepte bulunmaya başlamışlar. Bundan kaçınmak için, sayılarının elverdiği yerlerde Ermeniler kızlarını, bulabildikleri Ermeni erkeklerle evlendirmişler. Fakat yeterli sayıda Ermeni’nin olmadığı kimi yerlerde Ermeni kızları yerel nüfustan Arap erkekleriyle evlenmiş ve bunlardan birçoğu savaştan sonra diğer Ermeniler gibi ilk önce Port Said’deki kamplara gidip oradan da dünyanın dört bir yanına dağılmaktansa bulundukları yerde yeni aileleriyle, kendi çocuklarıyla kalmayı tercih etmişler. 

Bunlardan biri de asıl ismi Nora olup da Müslüman olduktan sonra Nouri ismini alan Ermeni kızıymış. Dediğim gibi, yerel bir Arap erkekle evlenmiş ve savaştan sonra ayrılmayarak Güney Ürdün’deki Maan kasabasında kalmış. Tam 40 yıl sonra, burada aktarmaya yerimiz olmayan vesilelerle, kız kardeşi Takuhi Nouri’ye ulaşmış ve Beyrut’ta bulunan anneleri Baytzar’ı ziyaret etmesi için davet etmiş.  Takuhi’nin kocası Maan’a gidip Nouri’yi getirmiş. Takuhi yaşanılan durumu şöyle anlatıyor: “İki ay boyunca ana kız karşılıklı oturup birbirlerine baktılar, tek kelime etmediler. Nouri artık Ermenice konuşmuyordu, annesi de tek kelime Arapça bilmiyordu.”  

Bu ne kadar müthiş, derin ve ağır bir sahne, düşünebiliyor musunuz? O ana-kız birbirlerine bakarken ne düşünmüş, ne hissetmiştir? Evleri olan Çomaklı’da hayatlarını sürdürebilseler kim bilir nasıl bir yaşamları, nasıl bir ilişkileri olacaktı? Sonunda geldikleri durumda birbirlerinin sağ kaldığına mı sevinsinler, neredeyse iki yabancı olduklarına mı üzülsünler? 
Velhasıl, soykırım fiziksel varlığı ortadan kaldırmaktan ibaret değildir, katman katman bir olgu ve süreçtir, insanlar etkileri uzun zamana yayılır.

(Yazarın tüm yazıları)