OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Bir don lastiği olarak ‘yetmez ama evet’

‘Yetmez ama evetçilik’i 1946’dan başlayarak Menderes, Özal ve Demirel destekçiliğiyle aynı çizginin devamı olarak göstermek, somut dayanağı olmayan bir çıkarım. Böyle bir esnetmenin yanlış bir süreklilik yaratması, yazıda bir iç çelişkiye de yol açıyor.

2010 yılından beri, on yıldır ‘yetmez ama evet’ mevzuu bir türlü nihayetlenmiyor. Tam unutulur gibi oluyor, sonra bir şey oluyor, mevzu ilk ateşinden hiçbir şey kaybetmemiş bir şekilde tekrar gündeme geliyor. Son olarak, Adalet Ağaoğlu’nun ölümü tartışmayı tekrar alevlendirdi. Doğrusu, şahsen bu mevzudan çoktan sıkıldım ve en son da “Allah bu millete bir ‘yetmez ama evet’ yazısı daha yazdırmasın” demiştim ama maalesef mümkün olmadı. O yazıdakileri tekrar etmeyeceğim. Daha ziyade Fatih Yaşlı’nın yazdığı ‘Yetmez ama evetçilik: Hem iktidarda hem muhalefette’ başlıklı yazısı üzerinden giderek bazı hususları belirtmeye çalışacağım.

Yaşlı, ‘yetmez ama evet’i 2010 referandumuyla sınırlı bir olgu olarak görmüyor, onu zaman içinde geriye ve ileriye doğru esneterek 1946’dan günümüze kadar uzandığını iddia ettiği bir siyasi ve düşünsel damarın ismi hâline getiriyor. Bu, kanımca hatalı bir analitik kategori yaratıyor. Yaşlı’nın “liberal” veya “merkez-çevreci” okuma olarak nitelendirdiği yaklaşım isabetli midir değil midir, ayrıca tartışılır. 2010 referandumunda “yetmez ama evet” diyenler içinde de bu okumaya yakın olanlar da mutlaka vardır. Fakat, bu ikisini bire bir örtüştürmek keyfidir. Onun da ötesinde, ‘yetmez ama evetçilik’i 1946’dan başlayarak Menderes, Özal ve Demirel destekçiliğiyle aynı çizginin devamı olarak göstermek, somut dayanağı olmayan bir çıkarım. 
Böyle bir esnetmenin yanlış bir süreklilik yaratması, yazıda bir iç çelişkiye de yol açıyor. Şöyle ki, Yaşlı’nın “önceki yetmez ama evetçiler” diye tarif ettiği ‘liberaller’le, “bugünün yetmez ama evetçileri” olarak tarif ettiği ‘ulusalcılar’, başka her şey bir yana, Türkiye’de devlet mefhumuna bakışları açısından dahi karşıt kamplarda yer alan iki gruptur. Yaşlı’nın, bu iki grubun da analizlerinde, özellikle sınıf ve sınıf çatışmasıyla kıyaslayınca, devlete daha merkezî bir konum verdiklerine dair tespiti doğru ama devleti normatif düzeyde neredeyse taban tabana zıt şekilde değerlendiren iki grubu, sadece ‘Erdoğan destekçiliği’ üzerinden aynı kategoriye sokmak, o kategorileştirmenin sağlam olmadığına işarettir. Başka bir deyişle, Yaşlı’nın yazısının birinci kısmında söylediklerini doğru kabul edersek, ikinci kısmında ortaya attığı “yetmez ama evetin ulusalcı versiyonu” tabiri bir oksimoron hâlini alır, çünkü ‘yetmez ama evetçilik’ Osmanlı-Türk tarihini ‘ceberut devlet’ üzerinden okumanın bir sonucuysa, ‘devlet-i ebed müddet’ düsturuna yakın olan ulusalcılar, esas itibariyle o kategoriye giremez.   

Yazıda ‘yetmez ama evet2i yanlış tanımlamanın getirdiği bir başka yanlış gözlem veya teşhis de, 2010’da “yetmez ama evet” diyenlerin bugünkü siyasi pozisyonuyla ilgili. Şöyle ki, 2010’da “yetmez ama evet” diyenlerin bugün CHP’nin sağcı politikalarını desteklediğini, İYİP, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’yla birlikte bir “demokrasi cephesi”ni savunduklarını söylüyor. 2010’da “yetmez ama evet” diyenlerin içinde bugün bu ‘cephe’ fikrini savunanlar da vardır herhalde, bilemiyorum ama gene 2010’daki o hareketi bugün külliyen bu ‘cephe’ye yerleştiremeyiz. 2010’da “yetmez ama evet” demiş ama bugün ne CHP’yi, ne İYİP’i, ne Davutoğlu’nu, ne de Babacan’ı destekleyen kişi ve gruplar var. Benden başkaları da var tabii ama eğer “Bütün kuğular beyazdır” önermesi, siyah bir kuğu bulunana kadar geçerliyse kendi adıma şunu söyleyebilirim ki, 2010’da “yetmez ama evet”i yerinde bir slogan olarak gören ben, örneğin Davutoğlu’nun ideolojik düzlemde Erdoğan’dan daha tehlikeli biri olduğunu yıllardır söylediğim gibi bugün de söylüyorum. Babacan hareketine karşı tavrım ise ‘stratejik kayıtsızlık’ düzeyinde. Hatta, Yaşlı her ne kadar onun ismini zikretmese de, Mansur Yavaş gibi şoven, sağcı bir profilin ‘iyi belediyecilik’ üzerinden parlatılıp, gelecek seçimde Erdoğan’ın karşısına muhtemel bir aday olarak çıkarılma hazırlıkları da beni rahatsız eden ama Yaşlı’nın işaret ettiği cephenin başka bir faaliyeti olarak nitelenebilir ama bu ‘yetmez ama evetçilik’ değil.

Yaşlı’nın ve o açıdan bakanların ‘yetmez ama evet’le ilgili yorum yaparken aslında akıllarında birkaç ‘sembol isim’ olduğu ve sadece onları düşünüp sonuca vardıkları anlaşılıyor. Hâlbuki ‘yetmez ama evet’ onlardan ibaret değildi. ‘Yetmez ama evet’ 2010 referandumunda konjonktürel bir vaziyetti ve bileşenleri Yaşlı’nın AKP için söylediği gibi “Gezi direnişi, 17-25 Aralık operasyonları ve 15 Temmuz darbe girişimi gibi son derece kritik hadiselerin yaşandığı bir konjonktürde pozisyon değiştirip” farklı yönlere gittiler. (AKP’nin pozisyonunun da ilk gününden beri aynı olmadığı, sonradan değiştiği konusunda Yaşlı’yla hemfikirim.)  

Öte yandan, Yaşlı’nın yazısının aydınlatıcı bir tarafı var, bize ‘yetmez ama evet’ olgusunun neden bu kadar ısrarlı biçimde nefret objesi haline getirildiğinin ipuçlarını veriyor. Çünkü, bu olgu etrafında dönen kavga, Türkiye siyasetindeki genel tarihî kamplaşma ve hesaplaşmanın bir ayağı, bir safhası olarak görülüyor. Böylece, referandumla ilgili somut soruların (bu yaklaşım için 2010 referandumunda oya sunulan maddeler ne diyordu, maddelerin eski hâli neydi, sonra ne oldu vb.) ve cevapların bir önemi kalmıyor, çünkü kafalarında o referandumu, daha doğrusu referandumdaki kampları Osmanlı-Türk tarihinin akışında oturttukları yer, ona düşman olmaya yetiyor. ‘Yetmez ama evetçilik’, çıkış sebebi olan 2010 referandumundan bağımsız bir şekilde genel bir ‘AKP destekçiliği’nin ismi oluveriyor. 

Bu bana biraz 1960’lardaki Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tartışmalarını hatırlatıyor. Çok kısaca söylemek gerekirse, ATÜT’çülere göre bu ‘tarz’da otoriter devletin merkezî bir yeri vardı ve Osmanlı böyle bir üretim tarzıydı. Bunun karşısında da Osmanlı’nın feodal bir yapı olduğunu iddia edenler vardı. Fakat, ‘ATÜT’ aslında bir ‘gölge tartışma’ydı, çünkü asıl sorun Osmanlı’nın bir ATÜT olup olmadığı değil, yaklaşmakta olduğu düşünülen askerî müdahaleye karşı “solun” alacağı tavırdı. Osmanlı’yı ATÜT, dolayısıyla devleti ceberut olarak görüyorsanız darbenin karşısında; Osmanlı’dan devralınan feodalitenin canlı olduğunu ve onun karşısında devletin ‘ilerici’ güç olduğunu düşünüyorsanız darbenin yanında yer alacaktınız. (Bu manzarada Yaşlı’nın yaklaşımıyla ATÜT’çüler de ‘yetmez ama evetçi’ kategorisinde değerlendirilebilir.) Öyle anlaşılıyor ki, ‘yetmez ama evet’ de, herkes için değilse bile geniş bir kesim için ATÜT gibi bir ‘gölge tartışma’, çünkü onlar açısından asıl dert referandum maddelerinin ne dediği değil, referandumun onlar için ne manaya geldiği ve onu tarih içinde nereye oturttukları. 

Yaşlı’nın yazısında Osmanlı-Türkiye tarihinin “liberal okuması” olarak tarif ettiği akım ve onun karşısında konumlandırdığı “sınıf odaklı okuma” hakkında söyledikleri de üzerinde durulması gereken hususlar. Geç dönem Osmanlı ve Türkiye tarihini devlet ve onun baskın konumu üzerinden okumak yanlış bir yaklaşım mı? Bunu bir başka yazıda ele alalım.