OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Elmalar kızarıyor yine

Cumhurbaşkanlığı’nın çektirdiği videolara bakıyorsunuz, her saniyesi asker, savaş, silah, ölüm dolu. Bunlardan biri de Altun’un mesajının iliştirildiği dört dakikalık video. Asırlar içinde seçilen farklı zamanlar bir hat üzerinde birleştirilmiş; o hat da, Türklerin savaşçılığı.

Türkler, milyonlarca kişi. Tek tek bakıldığında, aralarındaki iyi insanlar da, kötü insanlar da öteki milletlerdekinden ne fazla ne de az. Fakat Türklere okulda, evde, medyada küçük yaşlardan itibaren öğretilen, benimsetilen Türklük anlayışında, o kimliğinin dünyanın geri kalanıyla ilişkilenme biçiminde ciddi sorunlar var. Şöyle ki, Türklükle diğer herkes arasında bir kavga olduğu düşüncesi, daimi olarak gergin bir kimlik ve atmosfer yaratıyor. Sürekli bir savunma psikozunun getirdiği saldırganlık hâli... Bu da kendi kendini doğrulayan kehanet gibi ‘etraf’la düşmanca bir ilişki gelişmesine yol açıyor.  

Tabii, bu anlayışı her Türk aynı şekilde ve aynı düzeyde benimsemiyor. Sağcılar, milliyetçi-muhafazakârlar bu anlayışa daha meyyal. Fakat, kendini dindar olarak tanımlamayan kesimde de bu zihniyet yaygın. Bu zihniyet ve kimlik anlayışı başlı başına uzun bir konu. Bu yazıda sadece kimi özelliklerini, kısa notlar hâlinde belirtmeye çalışacağım. 

Kendini tarihte ‘hakkı yenmiş mağdur bir millet’ olarak görmek ile ‘dünyaya diğer milletleri yönetmek için gönderilmiş cihan hâkimi’ olarak görmek arasında gidip gelen, ikili ve –bu iki zıt kutup arasında sürekli gidiş gelişlerden dolayı– öfkeli, istikrarsız bir ruh hâli söz konusu. Günlük konuşmalarda “Biz adam olmayız abi” bedbinliği ile, “Bir Türk dünyaya bedeldir” coşkusu ya da “Bizim arkamızdan oyunlar çevirmeseler aslında biz çok büyük ülke oluruz” böbürlenmesi arasındaki gidiş gelişler de aynı durumun bir başka tezahürü olarak zikredilebilir. 

Bu zihniyetin bir başka bileşeni de daima hâkim, egemen, yöneten olmak istemesi. Dünyaya, insanlara, milletlere hep bu açıdan bakıyor, sadece yönetenler ve yönetilenler görüyor. Ya hükmedersin, ya hükmedilirsin. Ortak yaşam, uzlaşma, herkesin bildiği gibi yaşaması, kimsenin kimseye karışmaması gibi farklı varoluş ihtimalleri ve hâlleri o zihniyete nüfuz edemiyor. İlla birilerinin doğruları öbürlerine dayatılacak, herkes o doğrulara göre yaşayacak. O doğrular da belirli bir kimliğin, kültürün, dinin doğruları olunca, o kültür dışında kalan herkes ister dışarda ister ‘içerde’ olsun, düşman olarak kodlanır. Bu daimi mücadelenin sonucu da sonsuz ve doyumsuz bir sahip olma isteği olarak kendini gösteriyor. Onun için, fetih yoksa, fetih simülasyonu yapılır. Düşman yoksa, bulunur buluşturulur, yaratılır. Hiç olmadı, içerideki ‘gizli’ düşmanlar olduğu söylenir, onlarla kavga edilir. 

‘Cihan hâkimiyeti’ aslında (Müslüman) Türklerin doğal hakkıymış da bu hak hile ve desiselerle elinden alınmış gibi bir mağduriyet psikolojisi yaşanıyor. ‘Hakkı olan’ı bir gün tekrar alacağına dair bir inanç da buna eşlik ediyor. Yani bir nevi ‘mağdurun küllerinden şahlanacağı gün’ bekleniyor. Son zamanlarda iyice alevlenen ve fütursuzca dile getirilen irredantizm, yayılmacı anlayışın zihinsel arka planında da bu olsa gerek. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, geçenlerde Malazgirt’in bilmem kaçıncı yıldönümü münasebetsizliğiyle attığı bir tweet’te, bu yayılmacılığın kod adı olan ‘Kızılelma’ ülküsünü övüyor ve onu “Cebeli Tarık’tan Hicaz’a Balkanlardan Asya’ya tüm insanlığın hasretle beklediği” şey olarak tanımlıyordu (vurgu bana ait). 

Bunun ayrılmaz bir cüzü de tabii ki militarizm. Nitekim, Cumhurbaşkanlığı’nın çektirdiği videolara bakıyorsunuz, her saniyesi asker, savaş, silah, ölüm dolu. Bunlardan biri de Altun’un yukarıda zikrettiğim mesajının iliştirildiği dört dakikalık video. Asırlar içinde seçilen farklı zamanlar bir hat üzerinde birleştirilmiş; o hat da, Türklerin savaşçılığı. Bunları video deyip geçmemek, ciddiye almak lazım. Kaldı ki, münferit de değil. Senelerdir popüler kültür ürünleriyle İslam’la karışık bir militarizm ve savaş çığırtkanlığı pompalanıyor. Bunların hepsini bir zembereğin kurulması olarak görmek gerek. Zembereğin boşaldığı an zaten çok geç olabilir. 

Bunun bir devamı olarak da dünyayı, diğer iç ve dış halkları, onların yaptıklarını, hatta onların varlıklarını hep Türklükle ilişkilendirerek yorumlama refleksi yerleşiyor. Başka bir deyişle, her şey, herkes Türklük merkeze alınarak, o şeyin Türklükle var olduğu düşünülen ilişkisine göre değerlendiriliyor. Onun için de Altun’un ifadesinde kendini bulduğu üzere “tüm insanlığın hasretle” Türklüğün hâkimiyetini beklediği düşünülür. Ama bir de tabii bunu istemeyenler, yani düşmanlar vardır. Onların da her an bütün adımlarını akıllarında “Türklere bir zarar verme” fikriyle attığına inanılır.

Herkesin ve her şeyin en birinci özelliği Türk’e dost veya düşman olmasıdır, geri kalan ona göre şekillenir. Örneğin, Beyrut’ta insanlığın en büyük ve dramatik patlamalarından biri yaşanır, lafa “Türkiye’nin kardeş ülkesi Lübnan” diye girilir. Diğer insanların ve halkların, zaten üçüncü bir seçenekleri yoktur. Türk’e dost, hatta düşman da olabilirler ama Türk’le ilgilenmemek, ona kayıtsız kalmak gibi bir seçenekleri yoktur. Nitekim dış dünyanın Türklere düşman olduğu düşünülür ama aynı zamanda aynı dış dünya, özellikle de Batı Türklerin yemeklerinden tutun da ‘erkekliği’ne kadar her şeyini beğensin, övsün istenir. 

Nüveleri her zaman toplumda bulunan bu zihniyet, iktidarın tuttuğu yolla birlikte hem ülke, hem bölge için daha somut bir risk hâlini alıyor. Dileyelim ki aklıselim galip gelsin, hiç öyle olacak gibi durmasa da.