Pandeminin ertesi günü

OHANNES KILIÇDAĞI

Sosyolojiye giriş kitaplarının başlangıç cümlelerinden biri şudur: “İnsan sosyal bir hayvandır.” 2019’un sonlarından beri kademe kademe bütün dünyayı etkisi altına alan Covid-19 pandemisi, insanın insanla fiziksel temasını asgariye indirme gerekliliği sebebiyle bu önermeyi sarsıyor. İnsanın hayvanlığı baki ama sosyalliği koronavirüs tarafından tehdit ediliyor. 

Kafalardaki haklı soru, bu pandemi ve onun hızının kesilmesi için alınan sosyal izolasyon önlemlerinin bireysel ve toplumsal hayatımızda neleri değiştireceği. Karantina boyunca yaşadıklarımızdan veya yaşayamadıklarımızdan hangileri kalıcı, hangileri ‘anı’ olacak? Başka bir deyişle, pandemi neleri değiştirecek? Bu soruya kesin bir yanıt vermek için tabii ki erken ama şu anda olanlara bakarak birkaç çıkarım yapmak mümkün olabilir. Yaşadıklarımıza bakınca da pandeminin, olmayan yeni bir şey başlatması anlamında değişikliklerden ziyade, hızlandırdığı veya ket vurduğu eylem ve süreçlerden bahsetmenin doğru olacağı kanaatindeyim. 

Küreselleşmenin hızı
Hızlandırma-yavaşlatma ikilemine de önce küreselleşme üzerinden bakabiliriz. Malum olduğu üzere, iletişim ve ulaşımın eriştiği yüksek hız neticesinde küreselleşmenin önemli bir boyutu, zaman ile mekân arasındaki bağı esnetmesi, daha karmaşık hâle getirmesidir. Önceden basit bir tabir olan ‘şimdi ve burada’ ile neyi kastettiğinizi anlamanın zorlaştığı, ihtimallerin arttığı bir çağ bu. Bunun arkasında iletişim ve ulaşımın ulaştığı hız var dedik. Pandemi, ulaşım ve iletişim üzerinde zıt etki yarattı. Küreselleşmenin hem sebebi hem sonucu olarak küresel ulaşım yaygınlaşmış ve hız kazanmıştı. İnsanlar çeşitli amaçlarla dünyanın dört bir köşesine görece hızlı bir şekilde gidiyorlardı. Havayolları seferlerinin durdurulmasıyla seyahatler bıçak gibi kesildi. Öte yandan, gene küreselleşmenin sebebi ve sonucu olan iletişim, karantina şartlarında katlanarak hızlandı ve yayıldı. Eskiden de çevrimiçi toplantılar yapıyorduk ama karantinanın getirdiği zorunluluktan dolayı, bunların sayısı ve süresi arttı. Daha da önemlisi, bu zorunluluktan dolayı bu alana yapılan teknolojik ve finansal yatırımlar arttı ve böylece bu teknolojide belki yıllara yayılacak ilerlemeler aylar içinde yaşandı. İşte bunlar kalıcıdır. İletişim derken, yalnızca çevrimiçi toplantıları düşünmemek gerekir. Örneğin, birçok müze, sergi, internet yoluyla ‘sanal ziyaret’ olanaklarını geliştirdi, ilerletti. 
Pandeminin getirdiği seyahat kısıtlamaları ise kalıcı olmayacaktır. Uzmanların beklentilerine göre, bir - bir buçuk sene içinde virüsün aşısı veya ilacı bulununca seyahatler eski sıklığına dönecek, hatta onun da üstüne çıkacak. Öte yandan, pandemi koşullarında iletişimde ortaya çıkan yayılma ve derinleşme kalıcı olacaktır. Genel olarak baktığımızda da, küreselleşme yüzyıllara yayılan o kadar makro, kapsayıcı ve güçlü bir süreç ki, içinde bulunduğumuz pandemi onun gidişatını bırakın değiştirmeyi, durdurmaya dahi yetmez. Bunun için çok daha büyük felaketler ‘gerekir’. Hani, biraz abartarak söyleyecek olursak, insanlığı mağara devrine döndürecek bir felaket olmadığı sürece küreselleşme durmaz. 

İş ve eğitim hayatındaki etkileri

Bu iletişim olanaklarına binaen, pandeminin hayatımızda en kalıcı etkileri iş ve eğitim hayatında olacak gibi duruyor. Özellikle ofis işi yapan beyaz yakalılar, neredeyse tamamen evden çalışma düzenine geçtiler. Evden çalışma / ‘home office’ de pandeminin ortaya çıkardığı bir uygulama değil; zaten kimilerinin kimi zaman uyguladığı bir çalışma şekliydi. Fakat, pandemiyle birlikte baskın norm haline geldi, işi evden çalışmaya müsait olanlar için tabii. Ama zaten öyle işler var ki, önünüzde internete bağlı bir bilgisayar olduktan sonra nerede olduğunuzun pek bir önemi yok. Ege’deki bir Yunan adasında oturup New York’taki bir şirket için çalışabilir, Berlin’de oturup Los Angeles’taki bir üniversitede ders verebilirsiniz. Dediğim gibi, pandemiyle ortaya çıkmış bir olanak değil bu, ama pandemi, bu gibi işleri zihinlere ve pratiklere iyice yerleştirdi, norm hâline getirdi veya getirmek üzere. İnsanlar bu gibi şeyleri artık daha mümkün ve meşru olarak algılıyor. İşte bunlar, pademiden sonra en kalıcı olacak işler kanımca. X bir ülkede açılan iş ilanına, tabii işine göre, Y ülkesinden başvurmak gayet normal olacak. Ne vize, ne oturma, ne de çalışma iznine ihtiyaç olacak. Tabii, devlet denen örgütler buna ne kadar izin verir, engel olabilir mi, tartışılır. Vergi, istihdam, millî gelir, sosyal güvenlik gibi kavramların yeniden düşünülmesi, belki yeniden tanımlanması gerekecek.   

Yabancılaşma meselesi

Peki, bu çalışma düzeninin yaygınlaşması çalışanlar için iyi mi olacak, kötü mü? Olası cevaba geçmeden önce hatırlatalım ki bunlar, çalışanların bir kesimi için tartışılabilecek hususlar. Reel imalat sektöründe ve marjinal sektörlerde çalışanlar, ‘en alttakiler’ için fakirlik sorunu karşısında bu tartışmalar ‘lüks’ dahi kaçabilir. 
Sosyolojinin kurucu babalarından Marx ve Weber, modern çalışma hayatında bireyin karşı karşıya kaldığı sorunlardan biri olarak yabancılaşmadan bahseder. Bunun belli başlı sebepleri arasında da, çalışanın üretim ve çalışma şartları üzerinde söz hakkı olmaması, iş arkadaşlarıyla arasındaki bağın koparılması ve aynı işi biteviye yapmasını sayarlar. Bu biteviyeliğin bir parçası da, her gün aynı saatte başlayıp aynı saatte biten mesaidir. Hatta, ‘9-5 mesai cenderesi’ denen bu çalışma ritminin, özgürlüğü kısıtlayan, yıpratıcı bir süreç olduğu düşünülür(dü). Evden çalışma görünüşte bunu ortadan kaldırdı ama, her ne kadar bu konuda sistematik bir araştırmaya rastlamasam da, evden çalışanlar arasında ‘daha çok ve daha yoğun’ fikri yaygın. Yani, rutin mesainin ortadan kalkmış olması otomatikman daha özgür bir çalışma ortamı yaratmıyor anlaşılan. İronik olan şu ki, daha fazla esneklik her şartta daha fazla özgürlük sonucunu getirmeyebiliyor demek ki. Sosyal medyada gördüğüm ama maalesef o anda not etmediğim için kaynağını aktaramadığım bir söz, bu çalışma biçimini çok iyi özetliyor: “Bu evde çalışmak değil, işte yaşamak.” 

Pandemi ve özgürlükler
Başka bir soru da pandemi ve sosyal izolasyonun, devlet-vatandaş ilişkilerine nasıl yansıyacağı. Daha spesifik söyleyecek olursak, pandemi devletlerin otoriter olmasına, özgürlüklerimizi kısıtlamasına sebep olur mu? Devletler, en azından bazıları, pandeminin gerektirdiği önlemleri hak ve özgürlükleri kısıtlamak için kullanıyorlar, daha doğrusu istismar ediyorlar. Örneğin, sosyal mesafe bahanesiyle gösteri yürüyüşlerini engellemeye çalışıyorlar. Burada vatandaş için paradoks şu ki, demokrasi istiyoruz ama devletin salgını kontrol altına alması için bazı yasaklar koymasını da istiyoruz. Bana öyle geliyor ki, burada ikinci bir paradoksla da karşı karşıyayız. Şöyle ki, devletlerin pandemi yasaklarını siyasi özgürlükleri kısıtlamak için kullanmasının önüne geçmenin yolu, zaten belli bir seviyenin üzerinde gelişmiş demokratik kurumlara ve kültüre sahip olmak. Yani, devletin pandemi bahanesiyle demokrasiye zarar vermesini engellemek zaten demokratik frenleri geliştirmiş olmayı gerektiriyor. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Pandemi demokratik kurumları ve kültürü belirli bir olgunluk seviyesinde olan toplumların otoriterleşmesinin yolunu açmıyor ama zaten otoriterlik yolunda olan yönetimlerin o yolda daha hızlı ilerlemesine vesile oluyor. Yani, virüs demokratik devleti otoriter yapmıyor ama otoriteri daha otoriter yapıyor. 
Özetlemek gerekirse, şu sırada yaşadıklarımızın çoğu, evden çalışma ve uzaktan eğitim alanlarında ‘katedilen mesafe’ hariç, pandemi sonrasında kalıcı olmayacak, tahminimce. “Salgın bitti” dendiği gün eski alışkanlıklar çok hızlı biçimde tekrar hayata geçecek, uçaklar, restoranlar dolup taşacaktır. 

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ