Gelecek inşa eden bir yolculuk

Hasan Cemal, 1915: Ermeni Soykırımı kitabında, Türkiyeli bir gazetecinin Ermeni meselesi odaklı yaşamöyküsünü çıkarıyor. Bir aydın sorumluluğuyla, önce kendi kapısının önünü süpürüyor; kendi yarasını deşmekten, kendi canını yakmaktan çekinmiyor. Rober Koptaş’ın, 21 Eylül tarihli Radikal Kitap’ta yayımlanan yazısını aktarıyoruz.

Hasan Cemal, kesif bir unutuluş tarihinin mayınlı arazilerinde sürekli tökezleyen bir ülkenin hikâyesini kendi hayatıyla anlatıyor.

ROBER KOPTAŞ
rober.koptas@agos.com.tr

Adı başka türlü bir çağrışım yapıyor olabilir, ama Hasan Cemal’in son kitabı, aslında bir yolculuk kitabı. Bütün yolculuk kitaplarında olduğu gibi, bir yerde başlıyor, nihayetinde bir yere varıyor ve arada geçen sürede de bir dolu şey oluyor. Bütün yolculuk kitaplarında olduğu gibi, bu metin de, yoldan çok yolcuyu anlatıyor. Ve bütün iyi yolculuk kitaplarında olduğu gibi, geçilip gidilen yerlerden ve varılan menzillerden çok, kat edilen yolun yolcunun ruhunda yarattığı dönüşümü anlattığı için değerli.

Hasan Cemal’i bir an unutup, bu kitapta hikâyesi anlatılanın Türkiye olduğunu düşünebilirsiniz. Tek kişilik bir mikro-Türkiye. Kitabın yazarı, ele aldığı mevzuyla ilişkisi ve ona bakışı itibarıyla bu ülkeyi tastamam temsil ediyor aslında. Başlangıçta, her şeyden çok, bilmeyişiyle… Sonra, bilmediği halde bilir gibi yapıp ezberleri papağan misali tekrarlayışıyla; kendi yazgısına kafa tutuşuyla. Sonra, etrafımızı saran kunt bilmeme duvarında oluşan çatlaklardan sızan cerahate şaşkınca bakışıyla. Ve nihayet, anlamak için gösterdiği çabayla… Fazla iyimser olmayalım, bu son cümledeki çaba yazarımızda var; ama Türkiye’de henüz ne kadar olduğu şüpheli.

Nisyana isyan

1915: Ermeni Soykırımı kitabının yazarı, kesif bir unutuluş tarihinin mayınlı arazilerinde sürekli tökezleyen bir ülkenin hikâyesini kendi hayatıyla anlatıyor. “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, hafızanın unutuşa karşı mücadelesidir” diyen Milan Kundera’nın ve “Özgürlük insanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilmektir” diyen George Orwell’in rehberliğinde, nisyana isyan duygusuyla, üstü örtülenin izini sürüyor; unutuşa karşı hafızanın mücadelesini yürütüyor, insanlara duymak istemediklerini anlatıyor.

Tarihi değiştiremeyeceğimizi pekâlâ bilsek de, bitmek bilmeyen bir merakımız vardır ona karşı. Geçmişe farklı açılardan, farklı yönlerden, farklı yollardan bakarak bugünü anlamlandırmaya, yarını da bu örsün tavında dövmeye çalışırız. Geçmişin bizimki gibi süzgeçten geçirildiği, didik didik edildiği ve bakiyesinin de üst üste yığılmış birtakım bilgilerden ibaret kılındığı ülkelerde, tarihle kurulan bağ hastalıklıdır. Bu marazdan kurtulmak için, bize sunulana mesafelenmek, ezber dışının tehlikeli sularında kulaç atmak gerekir. Unutturulanı yeniden keşfetmek, yeniden hatırlamak için…

Hasan Cemal, kitabında, Türkiyeli bir gazetecinin Ermeni meselesi odaklı yaşamöyküsünü çıkarıyor. Bir aydın sorumluluğuyla, önce kendi kapısının önünü süpürüyor; kendi yarasını deşmekten, kendi canını yakmaktan çekinmiyor. Bunu da öncelikle kendi emeğinin, kendi yazılarının tanıklığına başvurarak yapıyor.

Kişisel hikâyeden siyasi bilince

Ama hayır, yazıdan ötesi de var. Yaralar epey derinde, hayatın içinde. Her şeyden önce, Hasan Cemal, adını taşıdığı Cemal Paşa’nın torunu. İttihat-Terakki lider kadrosunun sacayaklarından Cemal’in Ermeni kırımındaki rolü bugün hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş değil. Çok sayıda Ermeni’nin hayatını kurtarmak için uğraştığı farklı şekillerde kaydedilmiş olsa da, Cemal Paşa, hayatını Tiflis’te, bir Ermeni’nin silahından çıkan kurşunlarla kaybetti. Bu olay ailede katilin milletine karşı özel bir nefret yaratmamış olsa da, Paşa Dede’nin gölgesinin Hasan Cemal’in Ermeni meselesi üzerinde kafa yormasında önemli etkisi olduğu muhakkak.

Hasan Cemal’in yaralarından ikincisi ise, gençlik arkadaşı diplomat Bahattin Demir’in, Ocak 1973’te Los Angeles’ta, ailesini 1915’te kaybetmiş Kurken Yanıkyan tarafından intikam amacıyla katledilmesi. Dedesi bir Ermeni’nin kurşunlarının hedefi olmuş, yine bir Ermeni tarafından öldürülmüş yakın dostunun Esenboğa Havaalanı’na getirilen tabutuna gözyaşlarıyla omuz vermiş bir Türk’ün, daha sonraki ömründe Ermenilerin yaşadıklarını anlamak için gösterdiği çaba bile tek başına her türlü takdirin üzerindeyken, Hasan Cemal, kişisel muhasebesini, Ermenilerle Türkler arasındaki sorunun çözümüne hizmet edecek bir politik mücadele düzeyine taşıyor; aldığı etik sorumlulukla, kendi macerasını, yolculuğunu ve dönüşümünü, geleceği inşa edecek tuğlalardan biri olarak sunuyor hepimize.

Terör boyutu

Hasan Cemal, Cağaloğlu’nda, İttihatçıların merkez-i umumisi Pembe Konak’a kurulu Cumhuriyet gazetesinde çalıştığı dönemde Ermeni meselesine ilişkin ilk yazısını ASALA’nın düzenlediği Orly Katliamı nedeniyle yazmış. 1985 tarihli o yazıda, “Elli milyonluk Türkiye’nin ne kimseye toprak borcu vardır, ne de kimsenin toprağında gözü vardır. Ulusal Kurtuluş Savaşımızla tarihin çöp tenekesine çoktan fırlattığımız Sevr’i yeniden hortlatmak isteyenlere düş peşinde koştuklarını bir kez daha anımsatmak isteriz”  diyecek olan Hasan Cemal, o zaman, Ermeni meselesinin ‘terör’den başka bir boyutuyla ilgileniyor gibi görünmez.

Aynı yıl, bir başka yazıdaki vurgular çok farklı değildir; ama bu kez, “Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında yaşanmış bir trajedi”den söz edilir. Birkaç satır aşağıda ise resmi görüş, “Bir trajediyi Ermeni soykırımı olarak tescil ettirmeyi amaçlayan odakların faaliyetleri…” klişesiyle ben buradayım der.

4 yıl sonra yazılmış şu satırların ise bugünün resmi ezberinden pek farkı yoktur (Bu alıntıyı dilerseniz Başbakan Erdoğan tonlamasıyla okuyabilirsiniz): “Tarihimizde ‘soykırım’ gibi kara bir leke yoktur; ancak savaş koşullarında yaşanmış trajik olaylar vardır. İkisi birbirine karıştırılmamalı. Tarihsel olayların siyasi platformlarda ele alınması son derece sakıncalıdır. Tarihin değerlendirmesini en iyi yapacak olanlar tarihçilerdir.”

Değişim başlıyor

Ya sonra? Sonra yavaş yavaş bir şeyler değişmeye başlar. Hasan Cemal 1992’de Taner Akçam’ın Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu kitabını, sayfa kenarlarına notlar çıkara çıkara okur ve kendi deyişiyle “kafasında zaten mevcut olan soru işaretleri çoğalır.” Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Akçam’ın diğer kitapları, Belge ve Aras Yayıncılık’ın yayınları, Agos’la ve özellikle Hrant Dink’le başlayan “parmak ucu teması”. Ermenilerin insani hikâyelerini ‘duymaya’ başlama. Onların bu topraklardan nasıl koparıldıklarını, nasıl eksildiklerini, nasıl dünyanın dört bir tarafına dağıldıklarını öğrenme süreci; bütün bunları tarihsel bir zemine oturtma yönündeki entelektüel çaba…

Ve giderek, bu konuda daha açık seçik yazdıkça, milliyetçi-ulusalcı cenahtan gelen tepkiler. 2005’teki meşhur Ermeni Konferansı’na destek çıktığı için meslektaşlarıyla birlikte yargılanma. Bugünün Ergenekon tutukluları olan Kerinçsiz taifesiyle karşılaşma; vatan hainliğiyle, “Ali Kemal’likle” suçlanma. Ve elbette ki, Hrant Dink’in aramızdan alınması… Hasan Cemal’e, “Sevgili Hrant, bana bu kitabı yazdıran, senin acındır, senin acılarındır” dedirten; Ali Bayramoğlu’nun deyişiyle, ona bir “iç kopuş” yaşatan, “bütün katilleri görmesini sağlayan” dönüm noktası.

Ardından, “Cemal Paşa’nın torunu Türk gazeteci acaba ne diyecek?” merakıyla karşılandığı diaspora buluşmaları; orada Anadolu insanının dünya haline yakından tanık oluşu; bir Yerevan sabahında Soykırım Anıtı’ndaki sönmeyen ateşin kıyıcığına bıraktığı üç beyaz karanfil; dedesini Tiflis’te vuran Ermeni tetikçinin torunuyla tanışma…

Velhasıl, bu yazının boyutlarını çok aşacak yüzlerce irili ufaklı tanışma, karşılaşma, yüzleşme, hesaplaşma… İnsani ve entelektüel gayret; hiç de azımsanamayacak bir manevi yük.

Sıfırdan idrake

Hasan Cemal, bütün bu maceranın sonunda, muhtemelen uzunca tereddütlerin ardından kitabın adını ‘1915: Ermeni Soykırımı’ koydu. Anlatılan macerayı yaşayanın, o yolu gidenin, Türkiye’nin 1915’i tanımlama konusundaki bütün ikirciklenmelerine, hakiki bir tartışmaya ayak diremesine cevabı… Doğrudan, net, titremeden. Yine de, bana daha önemli gelen, bu isimden çok, maceranın ana ezgisi olan ‘değişim’. Bencileyin bir garip Ermeni için, tek bir Türk aydınının, kendi ömrü içinde, türlü virajlar alarak ve Ermenilerin daha önce bilmediği acılarıyla her karşılaştığında yaşadığı duygusal kırılmanın sonucu olarak, elini taşın altına sokarak, sıfırdan inşa ettiği idrakten daha değerli ne olabilir?

Baskı, tehdit…

Bu hikâyede, bana, bize, hepimize, Türklere, Kürtlere ve Ermenilere düşen sürüyle ders var. Ama galiba bunlardan en önemlisi, insanın değişebilirliğine, iyi ya da kötüye sabitli bir özü olmadığına ilişkin capcanlı, etten kemikten bir örnek. Hasan Cemal’e, en çok, bize bunu kendi hayatının kimi pencerelerini açarak anlatacak cesareti gösterdiği için şükran borçluyuz.

Bu borcu ödemenin en güzel yolu ise, memleketteki, onu bu kitabı yazdıktan sonra susmaya, tek bir söyleşi dahi vermemeye iten, gölgesi giderek koyulaşan baskı, tehdit koşullarını dağıtacak direnç ile basireti göstererek; bir arada insanca yaşayabilme ve Türkiye’yi gerçek demokrasiye ulaştırma mücadelesine el vermektir şüphesiz.       

 

Kategoriler

Güncel Basın