VİCKEN CHETERİAN

Vicken Cheterian

Başarısızlığa uğrayan Arap Baharı hayatımızı nasıl değiştirdi?

Arap Baharı’nın başarısızlığa uğramasının ilk nedeni rejim baskısıydı. ‘Devrimsel bir değişim’ için ‘devrimsel bir kriz’ yeterli değildir. Bazı ülkelerde, ordu kurumunun üzerinde mutlak hâkimiyeti olan eski rejimler, sahip oldukları iktidar tekelini yitirmemek için kendi halklarının üzerine sınırsız bir şiddetle gitti.

On yıl önce, 14 Ocak 2011 akşamı, Tunus’un zorba lideri Zeynel Abidin Bin Ali, Suudi Arabistan’a kaçtı. Bin Ali, Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasının ardından, 17 Aralık 2010’da başlayan başlayan kitlesel gösterilerin bastırılması için emir vermiş, Tunus ordusunun bu emri yerine getirmeyi reddetmesiyle, 23 yıllık buyurgan yönetim sona ermişti. Tunus’taki rejim değişikliği geniş halk hareketlerinin tetikleyicisi olmuş, bu süreç ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılmıştı.

Birkaç hafta içinde bütün ‘Arap Dünyası’nda, Cezayir’den Bahreyn’e kadar uzanan binlerce kilometrelik bir alanda halk hareketlerine tanık olmuştuk. Bin Ali’nin ardından Mısır’ın 30 yıldır iktidarda olan lideri Hüsnü Mübarek, onun ardından da Yemen’i 22 yıldır zorbalıkla yöneten Ali Abdullah Salih devrilmiş, fakat diğer yerlerde, özellikle de Cezayir, Ürdün, Bahreyn ve Irak’ta, geniş katılımlı eylemler herhangi bir siyasi sonuç vermemişti.

On yıl önce gazetelerde yayımlanan haberlere göz atarsanız, bu olayların yarattığı heyecanı görebilirsiniz. ‘Demokratik değişim dalgası’na, Güney Avrupa, Latin Amerika ve Doğu Avrupa’nın ardından, şimdi de, son kale olan Arap Dünyası’nın teslim olduğu söyleniyor, yeni iletişim teknolojilerinin, internet ve sosyal medyanın sansür ve diktatörlükle bir arada var olamadığı öne sürülüyordu. Arap Dünyası, Doğu Avrupa’nın parametreleriyle değerlendiriliyordu; buna göre, liberal demokrasiye ve tüketim odaklı kapitalizme kapıları açacak, şiddet içermeyen bir rejim değişikliği yaşanmaktaydı.

‘Batı’ ile kıyaslamak
Fakat bu anlatı gerçekliği yansıtmıyordu. Arap isyanları Doğu Avrupa’daki ayaklanmalar gibi, şaibeli seçim sonuçları nedeniyle başlamadı; ilk günden itibaren, barışçıl da değildi. Daha Ben Ali ülkeyi terk etmeden ölü sayısı 380’i bulmuş, Hüsnü Mübarek istifa edene kadar 800’den fazla insan şiddete kurban gitmişti. Bunlar, hiçbir ölümün olmadığı, Sırbistan’da Miloşeviç’in, Gürcistan’da Şevardnadze’nin devrilmesiyle ya da Ermenistan’da 2018’de yaşanan Kadife Devrim’le kıyas kaldırabilecek olaylar değildi. Libya’da, Bingazi şehrinde başlayan kitlesel protesto gösterileri, 1969’dan beri iktidarda olan Muammer Kaddafi’nin rejimi tarafından sert bir şekilde bastırıldığı gibi, NATO bayrağı altında Batı’nın askerî müdahalesine de maruz kaldı. Yemen’de ve Suriye’de, eski rejimlerin ağır baskısı, halkın şiddet içermeyen protesto gösterilerini kanlı iç savaşlara dönüştürdü; yüz binlerce insan öldü, birçok şehir merkezi yerle bir oldu, yabancı ülkelerin orduları birçok kez müdahale etti.

Boşluğu siyasal İslam doldurdu
Dolayısıyla, Arap Baharı’nın başarısızlığa uğramasının ilk nedeni rejim baskısıydı. ‘Devrimsel bir değişim’ için ‘devrimsel bir kriz’ yeterli değildir. Bazı ülkelerde, ordu kurumunun üzerinde mutlak hâkimiyeti olan eski rejimler, sahip oldukları iktidar tekelini yitirmemek için kendi halklarının üzerine sınırsız bir şiddetle gitti. Sonuç, yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesi, şehir merkezlerinin harabeye dönmesi, milyonlarca kişinin mülteci konumuna düşmesi ve yerinden yurdundan olması ile, ülkelerin fiziksel olarak yıkıma uğramasından ibaret değildi. Uzun vadede daha derin bir sorunla karşı karşıya kalacağız: Böyle bir şiddetten sonra, Suriye, Yemen ve Libya’nın halklarını kendi ülkelerinde, aynı siyasi çerçeve içinde bir araya getirmek mümkün mü?

Arap Baharı’nın başarısızlığı eski, baskıcı resjimlerle sınırlı değil. Arap Baharı’nı tetikleyen protesto hareketleri Tunus’ta da, Mısır’da da bir siyasi liderlik üretemedi. Oluşan boşluğu, Tunus’ta Müslüman Kardeşler, Suriye ve Irak’ta Cihatçı Selefi türevleriyle, siyasal İslam doldurdu. Fakat siyasal İslam, şiddet saplantısından muzdarip; ne gereken kurumsal reformların yapılması, ne de sosyoekonomik sorunların çözümü için bir öneri getirebiliyor. Tunus örneği, bu durumu çok iyi yansıtıyor.

Peki, ‘Batı’ ne yapıyor? Avrupa Birliği’nin de, ABD’nin de rejim değişikliği sağlaması ya da yeni otoritelerin, Araplar arasında kitlesel toplumsal infilaklara yol açan sorunlara çözüm bulmasını garanti altına alması mümkün değildi. Fakat ‘Batı’, en azından, ülkelerde yaşanan iç mücadelelerin büyük insan hakları ihlallerine ve katliamlara yol açmasını engelleyebilirdi. Batı bunu beceremedi. Bu başarısızlığın en karanlık örneği, 2013 yılında Suriye’de rejimin, isyan hâlindeki Duma kentine kimyasal saldırıda bulunmasının ardından, Obama yönetiminin herhangi bir şey yap(a)mamasıdır. 

Militerleşme
Arap Baharı’nın başarısızlığı önceki statükoyu korumasıyla değil, ardında istikrardan yoksun, iç savaşların kesintisiz olarak devam ettiği, bir sürü başarısız devlet bırakmasıyla tarif edilebilir. Arap Baharı’nın olumsuz etkileri Arap Dünyası’nın sınırlarını da aşarak, militerleşmeye ve gücün sert rejimlerin elinde toplanmasına yol açtı. Bunun sonucu olarak da, uluslararası ilişkiler bir bütün olarak, daha fazla şiddetin hüküm sürdüğü, daha gaddar bir alana dönüştü.

En başta, Türkiye daha sert bir politika izlemeye başladı. Türkiye 2011’den önce, hem iç siyasi değişim konusunda, hem de ülkenin karşı karşıya olduğu en büyük sorun olan Kürt meselesinde, çekingen bir reformcu çizgi izliyordu. 2009’da AKP yöneticileri ile Kürt güçleri arasındaki müzakereler başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, 2013’te ikinci bir deneme daha yapılmış, Türk ordusu ile Kürt isyancılar arasında ateşkes ilan edilmişti. Ankara başlangıçta Suriye’de nasıl bir politika izleyeceği konusunda kararsızdı fakat nihayetinde, Kürtlerle diyaloğu kesip İslamcılara kucak açmayı seçti. Feda edilen bir diğer şey de, Türkiye’deki –zaten sınırlı olan– medya özgürlüğü oldu. Cumhuriyet gazetesinin ve genel yayın yönetmeni Can Dündar’ın ‘Suriye bağlantısı’yla ilgili bir haber yaptıktan sonra yaşadıkları, bu duruma delalet ediyor. Türkiye’nin siyasi dönüşümü 2016’daki darbe girişimiyle değil, DAEŞ ile silahlı Kürt grupları arasındaki Kobane savaşı sırasında yapılan siyasi tercihlerle başladı.

Vladimir Putin’in yönetimindeki Rusya’da, büyük ölçüde ikinci Çeçenya Savaşı’nın şekillendirdiği, sert bir rejim vardı. Fakat başarısızlıkla sonuçlanan Arap Baharı, Rusya’nın militerleşmiş rejiminin, güçlerini yalnızca Ortadoğu’da değil, bütün dünyada etkin kılma kapasitesini yükseltti. Rusya’da, bu tercihlerin bedelleri konusunda da, petrol ve gaz ihracatına dayalı, zor durumdaki bir ekonominin küresel güç projeksiyonunda ne kadar ileri gidebileceği konusunda da pek bir tartışma yok.

Mülteci dalgası
Arap Baharı’nın başarısızlığı Avrupa’yı da etkiledi. Ortadoğu’da süregiden istikrarsızlık, ölümden kaçan mültecilerin oluşturduğu göç dalgaları, Avrupa’da aşırı sağın yükselmesi sonucunu doğurdu. Avrupa Birliği 2016’da Türkiye’ye, hem nakit ödeme, hem de ülkenin dış siyaseti hakkında daha az konuşma karşılığında, güneybatı sınırlarını mültecilere karşı koruma görevini verdi.

Ancak baskı, iç savaş ve kaos, Arap Baharı’na neden olan sorunları çözmek bir yana, daha da keskin hâle getirdi. Mübarek istifasını verdiğinde Mısır’ın nüfusu 81 milyondu, bugün 102 milyonu aşmış durumda ve ordu kurumu üzerine kurulu bir rejimin yeni kuşağın sosyoekonomik ihtiyaçlarını nasıl karşılayabileceği belirsiz. Devasa işsizlik oranları, finans alanındaki başarısızlıklar ve rejimlerdeki yozlaşma, 2018-19’da Cezayir, Sudan, Lübnan, Irak ve başka ülkelerde yeni bir protesto dalgasının tetikleyicisi oldu. Şaşırtıcı olan şu ki, Cezayir ve Lübnan gibi birçok ülkede, iktidardaki rejimler kitlesel halk gösterilerine tepki vermek gibi bir zorunluluk hissetmiyor

Arap Baharı’nın başarısızlığı, etrafımızdaki siyasi rejimlerin daha da sert bir hâl almasına neden oldu. Bu iyi bir şey değil, çünkü süratle değişen dünyada siyasi, iktisadi ve toplumsal adaptasyona ihtiyacımız var. Değişim kurumsal reformlar aracılığıyla sağlanmazsa, ani ve şiddetli infilaklar yaşanması riski yükselir. Bu, küreselleşen dünyamızın finansal kaynaklarını tüketen pandeminin ardından daha da güçlü bir şekilde geçerli olacak bir gözlem. Şurası açık ki, bir sonraki halk infilakları dalgası geldiğinde, uygarlık ile barbarlık arasında, aramızdaki en savunmasız olanları koruyacak polislerimiz yok.

(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)