Gâvur Mahallesi’nden geçmeden, gazeteciliğe geçilir mi?

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin sevilen hocalarından Kayıhan Güven geçtiğimiz günlerde 68 yaşında hayatanı kaybetti. Marmara Üniversitesi'nde üç kez 'Yılın Hocası' ödülüne layık görülen Güven son olarak İstanbul Aydın Üniversitesi'nde görev yapmaktaydı. Kayıhan Güven'in öğrencilerinden Güler Emektar, derslerinde mutlaka "Gavur Mahallesi"ni okutan hocasının ardından yazdı.

GÜLER EMEKTAR ( guleremektar@gmail.com) 

  

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’ne yazıldığımda, Mıgırdiç Margosyan’ın ‘Gâvur Mahallesi’ kitabı yayımlanalı altı sene olmuştu. Fakülteye gitmek için kendi küçük mahallemden çıkıp hiç bilmediğim bir semte, Nişantaşı’na doğru yol alırken değil Gâvur Mahallesi’nden haberdar olmak, yaşadığım şehrin başka mahallelerine, başka semtlerine bile yabancıydım. Üniversitenin ilk zamanları Şişli’de kısa turlar atıyor, yolumu en çok Beyoğlu, Beşiktaş, Eminönü’ne kadar uzatıp bu şehrin sokaklarına çok da karışamadan eve dönüyordum. Arkadaşlar vardı, haftada bir iki gün arkadaşlarla geçirilen güzel zamanlar vardı, bolca otobüs çilesi vardı, ama arka planda tüm bunların tutunduğu bir şehir henüz belirmemişti… Bir yerlerde vardıysa da ben onun peşinden gidecek bir meraka düşmemiştim daha…

İlerleyen aylarda yavaş yavaş İstanbul’la flörtleşmeler başlamış, yollar her defasında biraz daha uzatılmıştı ki bu kez de mesleği nerede, nasıl yapacağımın belirsizliği sağımdan solumdan çekiştirir olmuştu. Daha üniversitenin ilk yılıydı ve bunun da ne acelesi vardı? Soruya kendinden emin, net bir yanıt verememek, giderek daha çok omuzlarımı düşürüyordu. Tam da bu şaşkınlığın ortasında bir yön bulmaya çalışırken, yolum üniversitenin haber ajansıyla yani MİHA (Marmara İletişim Haber Ajansı) ile kesişti. Fakülte bahçesinde, çekidüzen verilmiş bir barakayı kendine mekân edinmiş ajansın kapısını araladığımda, beklentim sadece mesleki anlamda biraz yol kat edebilmekti. 5N1K neymiş, iyice bir öğrenir, sonra da yolumu tutarım diye düşünüyordum. Öyle olmadı. Çünkü o kapının ardında ne gazetecilik 5N1K’dan ibaretti ne de İstanbul benimki kadar küçük, düz bir şehirdi. Dahası meslekte de İstanbul’da da kendi yolumuzu bulmak için önce bilmediğimiz mahallelerde bir güzel kaybolmamız gerekiyordu. Diyarbakır’ın Hançepek Mahallesi de onlardan biriydi. Mıgırdiç Margosyan’ın çok sevdiğim Gâvur Mahallesi kitabıyla işte böyle tanışmış oldum. 

Kayıhan Güven ve “Gâvur Mahallesi”

MİHA’nın Genel Yayın Yönetmeni, fakültenin pek kıymetli öğretim üyesi, bizimse biricik hocamız Kayıhan Güven’in, “iyi gazeteciliğin” şartı olarak masamıza bıraktığı kitaplardandı Gâvur Mahallesi. Ardından “Söyle Margos Nerelisen?” geldi, ardından “Biletimiz İstanbul’a Kesildi”... Margosyan, sanıyorum çoğumuzu Ermeni edebiyatıyla da tanıştıran ilk yazardı. Yine sanıyorum ki bazılarımız Aras Yayıncılık’ın Hıdivyal Palas’taki yerini de hocamızın peşine takılarak öğrenmişti. 

Kayıhan Hoca’nın hiç durmadan bize taşıdığı kitaplar arasında Maria Yordanidu’nun “Loksandra: İstanbul Düşü”, Mario Levi’nin “İstanbul Bir Masaldı”, Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitapları da vardı. Sait Faik, Yaşar Kemal, Fikret Otyam, Orhan Kemal, Salâh Birsel, Zeyyat Selimoğlu da güzel Türkçeleri, zengin anlatıları, sanki hayatın içinden çıkıp gelen insanlarıyla zaten hep başucumuzda olan yazarlarımızdı. Bir çıkar yol aradığımızda Herodot ve Homeros hemen yanımızda belirir; Ara Güler’in fotoğraflarıysa bizi bilmediğimiz köşelere çağırırdı… 

Başta hocamız, sonra tanıştığımız bütün bu isimler, mesleğimizle, İstanbul’la ve hayatla kurduğumuz bağı ince ince ördüler. Sonra İstanbul bizimle konuşan bir şehre dönüştü. Gazetecilikse belli başlı haber öğeleriyle sınırlı kalmayıp röportajın gücünü kullanarak hayatın özüne doğru çıktığımız bir yolculuk halini aldı bizim için… Kayıhan Hoca da izinden gittiği Yaşar Kemal gibi “Türkiye demokrasisinin, memleketi adım adım dolaşarak tanıklıklarını aktaracak röportajcılar sayesinde” gelişeceğine inanıyordu. Usta yazarımız, romanları kadar önemsediği röportaj geleneğiyle ilgili şunları not düşüyordu: “Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin, yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalarsa da karşısındakine anlatamaz. Haber gerçek değil mi, bence haber gerçeğin simgesidir. Haberin arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, dramlar, sevinçler var, haber bunu bize veremez. Röportaj haberin varamadığı yere varandır, nasıl, yaratarak, gerçeği değiştirerek değil, yaratarak.” Ve şüphesiz ki röportaj, tanıklıklarıyla Türkiye’ye sadece  demokrasi için değil basın sektörü için de nefes aldıran, özgürleştiren, zenginleştiren bir hava deliği olacaktı…  

Daha yolun başındayken, Gâvur Mahallesi’nden çıkıp haber nöbeti tuttuğumuzda tanık olduklarımız, ne öteki, ne dekoratif bir süs, ne sofrada bir tat ne de mozaikteki bir renkti. 

Bizim tanıklıklarımızda bilinmeyen diller, tanınmayan kimlikler, yerden kendiliğinden bitmiş kültürler, miraslar yoktu… Her şey, herkes bu iklimin sahibi, bu ruhun kendisiydi… Loksandra’nın İstanbul Düşü öylesine canlı, öylesine gerçekti ki çağın karmaşasına yenik düşmüş sayıların bir anlamı kalmıyordu… Hem zaten hepimizin göbek bağını Kure Mama kesmemiş miydi? 

Ruhban Okulu’na yolculuklar

Hiç kuşku yok ki hocamız bunları hissetmeden, bu hislerle yüzleşmeden yapacağımız gazeteciliğin eksik kalacağını düşünüyordu… O haber nöbetleri bizi sık sık Heybeliada Ruhban Okulu’na götürdü; ne zaman açılacak sorusunu MİHALILAR olarak bir kuşaktan ötekine aktarıp durduk… O haber nöbetleri bizi sık sık Büyükada’daki Rum Yetimhanesi’ne de götürdü. İstanbul’un en önemli hafıza mekanlarından birinin, bu 206 odalı derin sessizliğin, bize anlattıklarını duymadan yolumuza devam edemedik… O haberlerden biri, 2003 yılının bir yaz ayında beni Agos Gazetesi’ne, Hrant Dink’in odasına kadar getirdi. Hrant Abi ile Kınalıada’nın başına bela olmuş antenlerin, o ürkütücü görüntüleriyle ada halkının sağlığına değilse bile hayatlarının tam ortasına nasıl kanserojen bir etki saldıklarını konuşmuştuk…  

Aradan uzunca bir zaman geçti. İçinde daldan dala savrulduğumuz basın sektörü, MİHA’nın o küçük odasına hiç benzemedi… Sevgili hocamız Kayıhan Güven’in bize öğrettiği türden bir gazeteciliği ne derece devam ettirebildik, hayatın özüne gerçekten dokunabildik mi, hatta gazeteci olabildik mi, doğrusu pek emin değilim. Ama kendi adıma kestirmeden şunu söyleyebilirim: Etrafta gördüğüm herkesle konuşabileceğimi, her şeyle bir bağ kurabileceğimi, sokakların da mekanların da bir hafıza barındırabileceğini ilk ondan öğrendim... İlaveten: Büyüdükçe anadilimle daha da kaynaştıysam, aidiyetlerimle daha da barıştıysam şüphe yok ki bunda Mıgırdiç Margosyan’ın da hakkı vardır…  

Güle güle canım hocam; sizden sonra da İstanbul’a Hagop Mıntzuri’nin meraklı gözleriyle bakmaya, yolumu bulmak için Gâvur Mahallesi’nde kaybolmaya devam edeceğim. 

MİHALI öğrenci dostunuz Gülerjan.   



Kategoriler

Güncel