OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Bu ülke tekçilikten ne kazandı?

Bu ‘aynı labirent içinde dönüp durma’ hissi, hâliyle, tarihle iştigal edenlerde biraz daha fazladır. Bazen, okuduğum bir şeyi dün gazetede mi okumuştum, yoksa II. Meşrutiyet meclis tutanaklarında mı diye tereddüte düşüyorum.

Bir kısır döngü içinde yuvarlanma hissi Türkiye’de yaşayan herkeste sanırım az çok vardır. Burada hiçbir siyasi, toplumsal sorun çözülmez. Babanızın, dedenizin zamanından gazeteleri açıp okuyun; bugün ne tartışılıyorsa o zaman da üç aşağı beş yukarı aynı konuların, aynı argümanlarla tartışıldığını görürsünüz. Bu ‘aynı labirent içinde dönüp durma’ hissi, hâliyle, tarihle iştigal edenlerde biraz daha fazladır. Bazen, okuduğum bir şeyi dün gazetede mi okumuştum, yoksa II. Meşrutiyet meclis tutanaklarında mı diye tereddüte düşüyorum. 

Çözülemeyen en önemli konulardan biri, yönetim tarzıdır. Yani ülke katı bir merkeziyetçilikle, yereli ilgilendiren en küçük kararın dahi merkezde alındığı bir sistemle mi yönetilecektir; yoksa yerelin her türlü ihtiyacını önceleyen, yerele karar almada inisiyatif tanıyan adem-i merkeziyetçilikle mi? (Bunun bugünkü ismi ‘yerinden yönetim’.) Bugün adına Kürt sorunu denen sorunun temel sebeplerinden biri bu çözülemeyen yönetim tarzıdır. Girişte söylediğim, aynı şeylerin tartışılıyor olması hâli burada da geçerlidir. Dönüp baktığımızda bunların yüz küsur yıl evvel de tartışıldığını görürüz. Bir örnek vereyim. 1912-1913 döneminde Meclis-i Mebusan’da seyyar sulh hâkimleri kanunu tasarısı tartışılırken Hama mebusu Zöhravi Efendi şöyle diyor: “Efendim, Türkçe lisan-ı resmîdir, buna inandık, bu başımızın üstünedir. Türkçenin resmiyeti muhaberattadır. Dâhiliye Nezareti’nden Vilayat’a Türkçe yazılır. Vilayat’tan Dâhiliye’ye Türkçe yazılır. Adliye’den müdde-i umumilere [savcılara] Türkçe yazılır, fakat hiçbir vakit lisan-ı mahalliye gayri vakıf bir müstantikin [sorgu yargıcı] Arabistan’a veya Kürdistan’a yahut Arnavutluk’a gelip sen falan şey yaptın mı diyerek o davada olan gavamızı [ihtilafı] çıkaracağına inanmam. Türkçe resmîdir, başımızın üstündedir, fakat bu muhaberattadır. Lisan-ı mahalli lazımdır.” Fatmagül Demirel’in, ‘II. Meşrutiyet’i Yeniden Düşünmek’ adlı kitapta [der. Ferdan Ergut, Tarih Vakfı Yurt Yay., 2010] bulunan ‘Devr-i Hürriyette Tevzi-i Adalet: Seyyar Sulh Hâkimleri’ başlıklı makalesinden aldığım bu ifadede bahsedilen konu, özü itibariyle hâlâ bir sorun değil mi? Mahkemelerde hangi dille ifade alınabileceği hâlâ tartışma konusu değil mi? Hatta Türkçeden başka dil kullanımının kendisi dava konusu olmuyor mu?

Bu konuda başka örnekler vermek de mümkün. Bugün şeytanlaştırılan Hınçak Partisi’nin yetkililerinden Istepan Sabahgülyan, ilk basımı partinin yayın organında 1900-1901 arasında, ikinci basımı 1908’de (Meşrutiyet’in ilanından önce) Paris’te yapılan ‘Genç Türkiye’ (evet, ‘Türkiye’ diyor) başlıklı kitabında, Türkiye’nin bir bütün olarak kalması için yapılması gerekenleri şöyle anlatıyor: “Yerel gereksinimlere uygun yerel kurumlar [olmalı]. Yani farklı bölgelerin [Yazar burada Ermenice ‘yergir’ kelimesini kullanmış; bu kelime Türkçeye ‘ülke’ şeklinde de çevrilebilir, ancak burada yazarın kastı bağımsız ülkeler değil bölgelerdir] tarihî-siyasi öznelliklerini göz önünde bulundurarak ülkeyi bu gibi kurumlarla donatmalı ki bir yandan her bir millet kendi kimliğini koruma hak ve imkânına sahip olsun, öte yandan kendi içinde farklı birimler oluşturan bölgeler bu yerel kurumlar aracılığıyla devletin birleştirici kurumlarına bağlanabilsinler.” Görüldüğü gibi, burada önerilen adem-i merkeziyetçi ama son kertede tek bir devlet çatısı altında birleşen bir yönetim modeli. 

Gelgelelim, 20. yüzyılın başındaki bu tartışmalarda yani kırılma anında galip gelen, örneklerini yukarıda verdiğimiz anlayış değil, İttihat Terakki’nin temellerini attığı merkeziyetçi/Türkçü kimlik, dil ve idare politikaları oldu. Devlet-millet el ele, o çizgiden hiç şaşmadan bugünlere kadar geldik. Peki, o günlerden bu günlere bu anlayışla yönetilmiş ülkenin tarihi iyilikle, güzellikle, barışla, refahla geçmiş mi? 20. yüzyılın başından bugüne yaşanan soykırımları, mübadeleyi, pogromları, Varlık Vergisi’ni ve onun çalışma kampını, kırk yıldır süren ve onbinlerce insanın canına mal olan ‘düşük yoğunluklu’ savaşı, zorunlu göç(ertme) dalgalarını, bunun neticesinde oluşmuş istikrarsız ve düzensiz şehirleri, canım İstanbul’un bu zaman içinde günbegün aldığı acınası hâli, birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır kamplara ayrılmış (ama neyse ki bölünmemiş!) ülkeyi düşünecek olursak bu soruya müspet cevap vermek zor.

“Bunların hepsi çok iyi olmuş; değdi, gerekirse bunların hepsi gene yapılmalı ama merkeziyetçi politikalardan taviz verilmemeli” diyenlere söyleyecek pek bir şey yok. Nasılsa cehennem de kat kat, orada gidilecek daha dip vardır. Yok, “Bu böyle gitmemeli bunca kan, bunca zulüm artık yetti” diyorsanız, bütün bir paradigmayı, bütün bir dünya görüşünü, tüm siyasi değerlerimizi ve önceliklerimizi gözden geçirmenin vakti çoktan geldi ve geçti. Bunun için de, İttihatçı olmayanlar zamanında neler söylemiş, dönüp bakmakta fayda olabilir. Zira İttihatçılık’ın kafalara attığı format, damarlara zerk ettiği zehir, milleti hasta etmeye devam ediyor.