OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Türkiye Avrupa’yı rahatlatmaktan vazgeçmeli

Göçmenlere –ve genel düzeyde azınlıklara– karşı saldırganlığın, hoyratlığın arttığı toplumların tuttuğu siyasi istikametin varacağı yer, toplumun geneli için pek iyi sonuçlar vermez. Göçmenlere yönelik şiddet genel olarak siyasi havanın şiddetini artırır ve yükselen şiddetin hedefi belli bir süre sonra göçmenlerle sınırlı kalmaz.

Mülteciler/sığınmacılar/göçmenler konusu anlaşılır şekilde sıcaklığını koruyor, çünkü bu kişiler gelmeye, görünmeye devam ediyor. Özellikle büyük şehirlerde kalabalıklar hâlinde görülen göçmenler, konunun lümpenleştirilmesine vesile oluyor. Akla, mantığa ve vicdana dayanmayan bu tür yorumlar, her zaman olduğu gibi çok kolay ve yaygın bir şekilde alıcı buluyor; bunun doğurduğu tek şey de öfkenin, saldırganlığın artması oluyor. Tabiidir ki, öfke ve saldırganlık, çözümün değil sorunun bir parçası. Bu tür lümpen yaklaşımların meseleyi tümüyle domine etmesini engellemek, aklı, mantığı, vicdanı unutturmamak için, tekrara düşme pahasına da olsa bazı hususların altını ısrarla çizmek gerekiyor. 

Bu, yalnızca göçmenlerin iyiliği için yapmamız gereken bir şey değil, çünkü bir toplumda göçmenlere yaklaşım, onlara yapılan muamele, hem o toplumun siyasi karakterini etkiler, hem de o etkiyi yansıtması açısından siyasi bir barometre vazifesi görür. Göçmenlere –ve genel düzeyde azınlıklara– karşı saldırganlığın, hoyratlığın arttığı toplumların tuttuğu siyasi istikametin varacağı yer, toplumun geneli için pek iyi sonuçlar vermez. Göçmenlere yönelik şiddet genel olarak siyasi havanın şiddetini artırır ve yükselen şiddetin hedefi belli bir süre sonra göçmenlerle sınırlı kalmaz. 

Irkçılık meselesine değinerek başlayalım. Göçmenlere ve göçmenliğe sert davranılmasını isteyenlerin en sık tekrarladıkları söz, “Kontrolsüz göçe karşı çıkmak ırkçılık değildir” oluyor; böyle diyerek, yersiz ırkçılık suçlamasına maruz kaldıkları gerekçesiyle kendilerini mağdur konumuna yerleştiriyorlar. “Kontrolsüz göçe karşı çıkmak ırkçılıktır” diye kim demiş bilmiyorum ama iki hafta evvelki yazımda da söylediğim gibi, “Bu işin bir düzeni olmalı” demek tek başına ırkçılık değildir. Suriyelilerin, Afganların veya başka grupların hepsinin veya çoğunun, katil, hırsız, tecavüzcü, şeriatçı vs. olduğunu söylemek ırkçılıktır. Bunları söylerken kurulan metaforlar ırkçılıktır. Bu insanların ülkeye alınmama gerekçesi olarak bu gibi laflar söylüyorsanız, ırkçısınız. Bu, bu kadar basit. 

Ayrıca, bir dünya düzeni olarak sınırların kalkmasını savunanlar olabilir ama içinde bulunduğumuz durumda “Türkiye’nin sınırları açılsın, isteyen herkes, istediği zaman gelsin, çok iyi olur” veya “Bu gidişat çok iyi, bir sorun yok” diyen varsa da ben rastlamadım. Ortada tabii ki bir sorun var. Asıl farklılık, mülteci(lik)/göçmen(lik) sorununa nasıl, hangi anlayışla yaklaşılacağından, çözüm önerilerinden kaynaklanıyor. 

İlk olarak idrak edilmesi gereken, göçmenlik sorununun kısa vadede çözümü olmayan, küresel bir sorun olduğu. Sadece Türkiye’ye özgü bir sorundan da bahsetmiyoruz. BM Mülteci Örgütü’nün verilerine göre, 2020 yılı sonu itibariyle dünyada savaş, zulüm, baskı gibi sebeplerle yerinden edilmiş 82,4 milyon kişi var. Neredeyse bir Türkiye nüfusu. Bu sayı, 2010’da 41 milyon civarlarındaymış ve on senede iki katına çıkmış. Üstelik bu sayıya ‘legal-illegal’ göçmenler dâhil değil. Bilip bilmeden, sık sık “ABD alsın o zaman bu göçmenleri” diye atıfta bulunulan Amerika’da an itibariyle 40 milyon göçmen var. Evet, bu göçmen alımı sıkı bir düzen içinde yapılıyor ama ‘kaçak’ göçmenler ABD’nin de tartıştığı bir konu. Belirttiğim sayıya, ilave olarak 11 milyon civarında ‘illegal’ göçmen olduğu tahmin ediliyor (www.dhs.gov). Türkiye’nin ‘Suriyelileri’ varsa, ABD’nin de ‘Meksikalıları’ var. Trump’ın sınıra çekmeye çalıştığı duvarı unutmamışsınızdır. İşte, Türkiye’nin de göçmen sorununa yaklaşımda kendi Trump’ları var. Velhasıl, küresel insan hareketliliği, çağımızın bir vakası. Bunu sadece bizim başımızda olan bir sorunmuş gibi algılamak doğru değil. Türkiye’nin veya herhangi bir ülkenin tek başına yapacağı herhangi bir şey, küresel mülteci hareketini durduramaz. Ne yaparsanız yapın, bu akın gelecek hafta, gelecek ay, gelecek yıl durmayacak.

Sadece “Gelmesinler, istemiyoruz” demenin de bir manası yok. İdrak edilmesi gereken başka bir husus da, bu insanların doğdukları yerde yaşadıkları sorunlar devam ettiği sürece gelecekleridir. Mülteciler, sizin “gelmesinler” demenizle gelmeyecek değiller. İnsanları sınırda makineli tüfek ateşiyle biçmeyi önermiyorsanız, “gelmesinler” demek yetmez. Gelecekler. Bir an önce, ülkelerin ortak iradesiyle, işbirliğine dayanan, eşgüdümlü küresel politikalar geliştirilmeli. Türkiye ağır yük çeken bir ülke olarak bu konuda küresel mobilizasyon için çalışmalı, lobi yapmalı. Bu başarılamazsa her şey daha kötü olacak. Fakat, Türkiye hükümeti bunu yapmak yerine, göçmenlerin/mültecilerin önünde baraj olma rolünü seve seve kabul ediyor. Ve herhâlde ‘elindeki malzemeyi/cephaneyi’ artırmak için, sınırdan girişlere göz yumuyor. Hükümet, kayda değer bir önlem almadığına göre, içeride göçmen karşıtlığı yüzünden biriken tehlikeli gerilimden de memnun gibi. 

Türkiye bu konuda Avrupa’ya güvence vermekten, Avrupa’yı ‘rahatlatmaktan’ bir an evvel vazgeçmeli, hatta Avrupa’ya geçmek isteyenin geçişine de izin vermeli ve belirttiğim gibi, daha köklü ve küresel göçmen politikaları için lobi yapan ülke rolünü üstlenmeli. Avrupa da, Türkiye’nin göçmenlere baraj olma hâlinin sürdürülebilir olmadığını anlamalı. Bu hem Türkiye, hem Avrupa için uzun vadede en sağlıklı olan. Yoksa, göçmen selinin önünde hiçbir baraj, hiçbir duvar duramaz.