Bir konferans vesilesiyle Beyrut’tan izlenimler

2006 yılında gezdiğim Burj Hamud sokakları artık çöp yığını altında, otantik havası kaçmış, sanki bir gecekondu mahallesine dönüşmüş. Çoğu evlerini satmak zorunda kalmış ve yurt dışına göç etmiş.

KAYUŞ ÇALIKMAN GAVRİLOF

İki sene önce arkadaşlar gelip de "Seni Beyrut’a göndereceğiz" dediklerinde sevincim şaşkınlığımı bastırmış, nedenini sormadan hemen atlamış “Tabii giderim” demiştim. İlki 2013 yılında tam da Gezi direnişinin başladığı günlerde Diyarbakır’da gerçekleşen Ortadoğu Kadın Konferansı’nın ikinci ayağı Beyrut’ta olacaktı. Derhal kitaplara gömüldüm Beyrut’taki Ermeniler hakkında yayınlanmış ne varsa araştırmaya başladım. Derken Corona belası baş gösterdi ve bu program geçen bir buçuk yıl içinde birkaç kez ertelendi. Ve olurdu olmazdı,  su yok, elektrik yok, kargaşa var, telaşı içinde nihayet davet geldi. On beş kişilik grubun sayısı yediye düşürülmüştü, diğer ülkelerden gelenlerin sayıları da düşürülmüş ve sonuç itibariyle iki yüz yerine yüz kadına davet gitmişti. 

Bu arada Beyrut’tan her gün gelen “Burada durum berbat” haberleri, Türkiye’den “Ne işin var gitme” baskıları ile içime bir kurt düşürüveriyordu, ama kararım da karardı. Beyrut’a gidilecek. Her davet değerlidir icabet edilir, edilmelidir ancak gitmek için can atan başka birilerinin hakkını alıp da son anda caymak hiçbir kitaba sığmazdı.

29 Temmuz günü milletvekilleri, parti kurucusu kadın arkadaşlar, bağımsız feministler ve ağırlıklı olarak Kürt kadın hareketinden yedi arkadaş Türkiye’den hareket ettik. Bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra gecenin geç bir saatinde Beyrut’a vardık ve otelimize yerleştik.

30 Temmuz sabahı tam vaktinde "Ortadoğu ve Kuzey Afrika 2. Kadın Konferansı" adı altında 2 gün sürecek toplantının açılışı yapıldı.  “Ne yazık tek Ermeni benim, keşke Ermenistan’dan da katılımcı olsaydı” diye düşündüğüm esnada arkadaşların duvarda Ermenice, Kürtçe, Süryanice, Arapça, Kürtçe ve Farsça olarak “Kadınların Birliği İle Demokratik Devrimi Gerçekleştireceğiz” sloganının yazılı olduğu pankartı göstermeleriyle birlikte ilginç bir toplantı da başlamış oldu. Duvarda anadilinle yazılı tek bir cümlenin seni yalnızlığından çekip çıkarması güvende hissettiren güzel bir duygu. 

Toplantı Beyrut’ta gerçekleşmesine rağmen pankart konusunda olduğu gibi organizasyonun her alanında da özellikle Türkiye’deki deneyimli Kürt kadınlarının yoğun emeğini belirtmekte fayda var. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan Arap, Kürt ve Fars kadınlarının bir araya geldiği toplantıda Arap ve Fars kadınlarının kadın hakları mücadelesinin ortak paydası seküler devlet talebi olarak ortaya çıkıyorken, feminist mücadele adına yapılan önemli vurgular genellikle geniş bir hak mücadelesinin temsilcileri (en azından benim için) Kürt kadınları tarafından geliyordu.

Kimi “resmi” sunumlar

Filistin heyetinin sınırdan geri gönderilmesi gibi kolay kolay hazmedilmeyecek bir müdahalenin konferansa gölge düşürmesinin yanısıra bazı katılımcıların geldikleri ülkelerin temsilcisi birer devlet memuru gibi yaptıkları sunumlar, bazen de dini veya siyasi angajmanlara takılı sunumlar veya tartışmalar konferansa damga vurdu diyebiliriz. İran’ın kadına yönelik devlet politikasını eleştiren konuşmacıya Güney Lübnan’dan gelen “İran’da kadının sahip olduğu hakları Lübnanlı kadınlar rüyalarında bile göremezler” cümlesiyle biten eleştiri buna güzel bir örnekti.

“Keşke” dedirten eksiklik

Kadın mücadelesinin küreselleşmesine yoğunlaşan konferansta iki gün boyunca bana “Keşke” dedirten en önemli eksiklik oldukça sorunlu bir bölge olan Ermenistan ve Azerbeycan’ın da katılımının sağlanmamasıydı. Bu katılım benim için oldukça önemliydi çünkü kadın aktivizminin çok da güçlü olmadığı bu iki ülkenin kadınları böyle bir konferans aracılığıyla yan yana gelebilselerdi, belki üretilmiş yapay düşmanlıkları gerçek dostluğa dönüştürecek ortak bir barış dili kurabilir ve bölge barışının sağlanmasında öncü rol üstlenirlerdi. Tabii bu bölge için söylediklerimin gerçekleşmesi şimdilik bir hayal ve kurulan tüm hayaller gibi pembe, ama ben her zaman olduğu gibi eril saldırganlığa son verecek gücün kadın mücadelesinde olduğuna inanıyorum.

Sonuçlara bakacak olursak 18 ülkeden toplam olarak 100 katılımcı ile yürütülen toplantının sonunda alınan ilk karar “Kadınların birlikte mücadele zemini için Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) Demokratik Kadın İttifakı"nın kurulması oldu. Bunun dışında konferans delegasyonunun hazırladığı sonuç bildirgesinde alınan kararlardan bazıları Hülya Osmanağaoğlu’nun çevirisiyle şu şekilde oluştu:

-Ortadoğu ve Kuzey Afrika Demokratik Kadın İttifakı’nın kurulacağı ilan edildi. Uluslararası insan haklarına ve özgürlüklere, demokrasi ve etkin eşitliğe dayalı bir toplumun inşa edilmesi için kapsamlı bir stratejik perspektif oluşturulacak.

-Perspektif, hedef, çalışma stratejileri ve yol haritasını oluşturmak üzere altı aylık bir bölgesel kadın komitesi oluşturulacak. Bu komite konferansta yapılan önerilerin hayata geçirilmesini sağlayacak.

-Kadınlara yönelik insan ticareti, zorla yerinden edilme, demografik değişim, politik suikastlar ve okuma yazma bilmeme, yoksulluk, işsizlik, marjinalleştirilme ve toplumsal dışlanma gibi her türden zor ve saldırıya karşı mücadele eden tüm girişimlere dâhil olunması

-Otoriter patriyarkal zihniyetle ve kültürel miras, gelenekler, töreler gibi kadınları karar alma süreçlerinden dışlayan tüm yöntem, kurum ve yansımalarıyla mücadele edilmesi

-Ulusal sembol haline gelmiş kadınların anılması

-Yerel, ulusal ve küresel düzeyler arasında denge oluşturulması, ağlar kurulması ve mücadele deneyimlerinin paylaşılması

-Kadınlar arasındaki yatay ilişkileri ve farklı kültürlerden kadınlarla bir arada çalışmanın yaygınlaşması

-Her türden aşırılıkçılıkla mücadele edilmesi (dini, düşünsel, ulusal vd.)

Dolar'ın yükselişini gören...

Konferans bitiminde ise benim Beyrut günlerim başlamış oldu. Genelde ülkede bir yas havasının hüküm sürdüğünü zaten ilk iki gün arkadaşlarla yaptığımız gece gezmelerinde anlamıştık. Şehrin turistik bölgelerinde ülke sakinlerine rastlamak hemen hemen imkansızdı. Karşımıza çıkanlar bizim gibi ya iş ya da turistik geziler için Beyrut’a gelen komşu ülke halklarından insanlardı. Doların yükselişini gören kapağı Beyrut’a atmıştı. İçindeki yangını henüz söndüremeyip yüreğinde hapsetmeye çalışan ülke  halkı evinden limana doğru bakıp yasını tutarken biz turistler Raouche kayalıklarının ihtişamına kapılıp fotoğraflara poz veriyorduk. 

Beyrut’ta hayat zor
Pazar günü beni otelden alan sevgili arkadaşlarım Silva- Aleks Köşkeryanlar’ın evine taşındım ve dört gün boyunca gerek Köşkeryanların evinde, gerek Hacın’da yaşayan diğer arkadaşım Harutyun’un evinde, gerekse Burj Hamud’daki akrabalarımla birlikte, Beyrut’ta yaşamın insanları ne kadar zorladığı konusunda minik bir deneyim elde ettim. 

Bütün gün Kakhraba ve İştirak ikilisinin(devletin verdiği elektrik-halkın sağladığı jeneratör elektriği) esareti altında, su, ilaç gibi hayati önem taşıyan maddelerin yoksunluğu içinde her gün misli misli katlanan pahalılıkla mücadele eden bir halkın, bir de her an savaş korkusuyla yaşaması doğrusu insanlığa çok büyük bir haksızlık gibi geliyor. Aslında savaş korkusu değil savaş gerçeğiyle demem daha doğru olur, çünkü Beyrut’taki son günüme rastlayan 4 Ağustos’ta yani Büyük Patlama’nın yas ve anma gününde İsrail yine güneyden vurmaya başlamıştı. 

Ne garip insanların yaslarını dahi gerektiği gibi yaşayamamaları, devamlı olarak ülkeyi tehdit eden bir komşunun varlığı, Hristiyan ve Müslüman halkın bir ülkenin “gerçek anlamda”  eşit şartlar altında yaşayan iki unsuruyken buna tahammül edilmemesi. 

Beyrut Ermenileri ne halde?

Ortadoğu’da Hristiyan unsura artık yer yok, diyebileceğimiz projesinin yürütülmeye çalışılması yine en çok Ermenileri etkilemiş. Toplum nitelik ve nicelik olarak büyük bir kayıp yaşamış. 2006 yılında gezdiğim Burj Hamud sokakları artık çöp yığını altında, otantik havası kaçmış, sanki bir gecekondu mahallesine dönüşmüş. Çoğu evlerini satmak zorunda kalmış ve yurt dışına göç etmiş, yerlerine gelenler ise ilk günden hakimiyet kurmayı başarmış ve tüm sonradan gelenler gibi taş taş üstüne koymaktansa olanı yok etmeyi yeğlemiş. Orada yaşayan arkadaşlar, akrabalar bazı sokaklarda gece yürümekten korktuklarını anlatıyorlar. Tüm bunlar Kumkapı, Gedikpaşa veya Tarlabaşı’nın hikayelerini hatırlatmıyor mu size?

Kategoriler

Dünya