Bu da memleketimden Hıristiyan manzaraları

Son günlerin güncel tartışma konusu olan Batı’daki İslamofobi, Türkiye’de gündelik hayatın parçası haline gelen Hıristiyan fobisini akıllara getiriyor. Ekranlardan, gazete köşelerinden, ders kitaplarından, üniversite kürsülerinden her gün üstümüze boca edilen, hiçbir inancın ya da değer sisteminin hakkaniyet ölçüsüne sığmayan nefret yüklü ifadeler toplum tarafından neredeyse kanıksanmış durumda.

 Hıristiyan düşmanlığı bu topraklarda son günlerin modası ya da postmodern darbe senaryolarının sosu olmanın ötesinde bir geçmişe sahip. Her dönem, farklı argümanlar tedavüle sokulsa da nefretin soğuk ve acımasız yüzü hiç değişmiyor. Üstelik bu nefretin, ülkenin yasaları önünde hiçbir meşruiyeti olmadığını söyleyenlere inat, yine bu ülkenin yargısı ısrarla üç maymunu oynuyor. 

 Umarız sadece İslam dininin değil, tüm inançların ve felsefi kanaatlerin saygıya değer olduğu gerçeği, bir gün bu ülkenin de gerçeği haline gelir. Farklı inançların bir arada yaşama pratiğini yüzyıllar öncesinde insanlığın dikkatine sunan bu topraklar, umarız 21. yüzyılda da bunun örneğini tüm dünyaya bir kez daha gösterme gücünü ve cesaretini kendisinde bulur.

 Bunu başarmanın yolu, Van’dan Trabzon’a, Bursa’dan Konya’ya kadar memleketin dört bir yanına yayılan, binlerce yıllık geçmişe sahip tarihi eserlerin nasıl olup da özel mülk haline geldiğine dair ‘herkesin bildiği sır’la yüzleşmekten geçiyor. Yeter ki sahibi ünlü bir medya yöneticisi olduğu için gündeme gelebilen Yedi Kilise’nin can acıtan gerçeğine bir yüz yıl daha sırtımızı dönmeyelim. 

Biraz da Hıristiyan fobisini konuşalım

FERDA BALANCAR
ferda@agos.com.tr

Son haftaların tartışma konusu ‘Batı’da İslamofobi’, Türkiye’de neredeyse gündelik hayatın sıradan konularından biri haline gelen ‘Hıristiyan fobisi’ni akıllara getiriyor. TV ekranlarında, gazete köşelerinde, ders kitaplarında sık sık karşımıza çıkan Hıristiyan düşmanı söylem ve tutumlar, maalesef toplumun büyük kesimi tarafından neredeyse kanıksanmış durumda. Duruma dikkat çeken kişi ve kurumların sayısı ve etkinliği de oldukça sınırlı. Nefret suçuyla ilgili yasal düzenlemelerin gündemde olduğu Türkiye’de, umarız sadece İslam dininin değil, tüm inançların aynı derecede saygıya değer olduğu gerçeği hatırlanır; eleştiri ve hakaret arasındaki sınırlar, sadece İslam söz konusu olduğunda değil, tüm dini ve felsefi inanç ve kanaatleri kapsayacak şekilde tartışılır ve hakkaniyetli bir çözüme ulaşılır.  

ABD’nin Libya büyükelçisi dahil 20’ye yakın insanın ölümüyle sonuçlanan tepkiler, ifade özgürlüğünün sınırları, hakaret ve eleştiri gibi konuları da gündeme getirdi. Agos olarak geçen hafta Karin Karakaşlı imzasıyla konuyu farklı yönleriyle değerlendirmiştik. Bu sayıda ise konunun Türkiye’de yaşanan ve gündeme pek gelmeyen bir başka yönünü inceliyoruz. Hıristiyanlar ve Hıristiyan inancına yönelik hakaret veya nefret suçu olarak görülebilecek tutum ve söylemleri mercek altına alıyoruz.

Çoğumuzun medyada, özellikle TV’lerde duya duya neredeyse kanıksadığımız bazı ifadeler, Hıristiyanlık ya da Hıristiyan inancı açısından düşündüğümüzde kabul edilebilir eleştiri ölçülerinin çok dışında yer alıyor. Maalesef buna karşı duyarlılık gösteren, gündeme taşıyan kişi ve kuruluşların sayısı da oldukça az. Bu az sayıdaki kuruluşun başında ise Protestan Kiliseler Derneği geliyor. Dernek yetkilileri, basında ve kamuoyunda Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık inancıyla ilgili hakaret, nefret içeren sözler ve davranışlarla ilgili suç duyurularında bulunuyorlar. Ancak ne yazık ki bugüne kadar bu suç duyurularıyla ilgili yargıdan olumlu sonuç alınabilmiş değil. Yargıya yapılan başvurular ya savcıdan dönüyor ya da yargıçlardan... Ancak buna rağmen dernek yetkilileri, izleme faaliyetini ısrarla sürdürüyorlar.

İşte, son yıllarda söylem düzeyinde yaşanan ‘Hıristiyan düşmanlığı’ örnekleri...

Olay buymuş

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Bayraktar Bayraklı, 8 Ocak 2005 tarihinde ATV’de yayınlanan Savaş Ay’ın sunduğu A Takımı programında şu ifadeleri kullanıyor:

“Bu vatandaşlarımız, bu papazların peşine takılıp, misyonerlerin peşine takılıp gidenler Allahın peşine gitmiyorlar. Hz. İsa’nın tanrılığının peşine gidiyorlar. İşte bu vatandaşlarımız bir dine gitmiyorlar, müşrik oluyorlar, kâfir oluyorlar. (...) Bir Türk Müslüman genci olarak Hıristiyanlığı kabul ettiğimiz zaman hem kendi insanınıza, hem kendi dininize soğuk bakmaya başlıyorsunuz. Çünkü sizin dostunuz başkaları oluyor, başka bir çevreye giriyorsunuz, başka bir grubun içerisine giriyorsunuz. Demek ki; bu misyonerlerin yaptığı iki boyutlu bir iş var: Birisi şirki yayıyorlar. Hz. İsa Allahın oğludur, Tanrıdır, Rabdir diyerek şirki yayıyorlar. Bir de sosyolojik manada kendi insanımızı, kendi vatanına, kendi dinine, kendi kültürümüze yabancılaştırıyorlar. Olay bu.”

Yaşar Nuri’den inciler

Bir başka ilahiyatçı, basında özellikle bir dönem “İslam’ın çağdaş yüzü” olarak lanse edilen, eski CHP Milletvekili Yaşar Nuri Öztürk, parlamenter iken 7 Ocak 2005’te katıldığı ATV’nin ana haber bülteninde İslam dininden Hıristiyanlığa geçen kişilerle ilgili şunları söyledi:

“Bir adam, Müslüman bir adam İslam’ı beğenmediği için İslam’dan çıkarsa o ancak dinsiz olur. Başka bir dine gidip de burada ben İslam’da aradığımı bulamadım, burada buldum. Bu aklen mümkün değildir. Bunu herkes bilir. Yani Hıristiyan da bilir, Musevi de bilir. Başka sebepler var, din kılıfı ile... Bir adam eğer bir din istiyor ve bir din talep edecekse en hurafeye batmış mezhepler dahil o yine İslam olur. Onda bile insanlığın aklına, irfanına, vicdanına hitap eden değerler vardır. Eğer İslam’dan çıkıyorsa gideceği yer dinsizliktir... Ben din olarak daha iyi dini buldum filan, bu kesinlikle mümkün değil...”  

‘Beyaz Hoca’ fenomeni

Tarih bu kez 29 Ocak 2005... Flash TV’de Hulki Cevizoğlu’nun Ceviz Kabuğu programında sahne bir başka ilahiyatçı, Prof. Zekeriya Beyaz’ın... 28 Şubat döneminde Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı da yapan Prof. Beyaz, 2. Körfez Savaşı’nın ardından Irak’ı işgal eden ABD ordusunun bu ülkede yaptıklarıyla ilgili şu yorumu yaptı:

“...Bugün Ebu Garip Cezaevi’nde yapılan işkenceler ve yahut da Felluce’yi bombalamalar, sivil halkın üzerine bomba atıyor. İnsanlara işkence ediyor, öldürüyor... Alabildiğine zulümler yapıyorlar. Bunun kaynağını sordum. Kaynağı şudur: Hıristiyanlıktaki, bu bozulmuş Hıristiyanlıktaki affetme olayı, vaftiz edilince günahından arınmış olma olayı ve Hıristiyan olmayanlara şeytanın uşağı gözüyle bakma olayı... Hıristiyanlar I. Dünya Harbi’nde de milyonlarca insanı öldürdüler. Sömürgecilik nedir? Sömürgecilik, Hıristiyan dünyasının Müslümanları, Hıristiyan olmayanları soyup, sömürmesidir. Bunun temelinde ne var; işte o efendim arınma olayı, günahsız olma olayı, kendilerinden başkalarına şeytanın kulu diye bakmaları...”

‘Beyaz Hoca’nın tek vukuatı bu değil. Bir dönem sık sık çıktığı TV programlarında Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara demediğini bırakmayan Hoca’nın en büyük vukuatlarından biri de, halen Ergenekon davasından yargılanan yazar Ergün Poyraz ile birlikte katıldığı bir programda gerçekleşti. Elinde getirdiği, içinde Hıristiyanlıkla ilgili bazı kitaplar ve DVD’lerin yanı sıra İncil’in de yer aldığı poşeti kameraya doğru fırlatan Zekeriya Beyaz, öfkeyle “işte bunları dağıtıyorlar” demekten çekinmedi.

Yukarıda üçü de İslam ilahiyatı profesörü olan ve kamuoyunda yakından tanınan üç kişinin Hıristiyanlık ve Hıristiyanlarla ilgili yaptıkları yorumlara yer verdik. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu üç ilahiyatçı profesörle ilgili olarak yapılan suç duyurularına yargıdan bugüne kadar alınabilmiş olumlu bir sonuç bulunmuyor.

Gerçekleri saptıranlar

Yukarıdaki örnekler daha çok 2003- 2005 gibi Hıristiyan karşıtı kampanyanın tavan yaptığı döneme ait. Ergenekon, Kafes Eylem Planı gibi soruşturmalarda ortaya çıkan olguları göz önüne aldığınızda bu tür yorumları dönemle ilişkilendirmeniz mümkün. Ancak Türkiye’deki Hıristiyan fobisi bu dönemle sınırlı değil. Günümüzde olduğu gibi geçmişte de bunun pek çok örneğine rastlamak mümkün. İttihat ve Terakki’li günlerden bu yana her dönemde benzer argümanlarla Hıristiyanlara ve Hıristiyan inancına yönelik ağır ithamlar, nefret yüklü söylemler kendini gösterdi.

Ancak çok eskilere gitmeden 1990’larda, henüz Kafes Eylem Planı’nın gündemde olmadığı günlerde de Hıristiyan fobisinin kamuoyunda kendini bütün ağırlığıyla hissettirdiğini görüyoruz. İsa Karataş, ilk kez 1996’da yayımlanan daha sonra da yeni baskıları yapılan ‘Gerçekleri Saptıranlar’ adlı kitabında, Türkiye basınında Hıristiyanlıkla ilgili çıkan hakaret veya çarpıtma niteliğindeki haber ve yorumları bir araya getirdi. 270 sayfalık kitapta pek çok çarpıcı örnek yer alıyor. Kitaptan bir bölümü özetleyerek sunuyoruz:

“Türkiye gazetesi köşe yazarı M. Necati Özfatura, 1 Mart 1995 tarihli yazısında ‘Hıristiyan dininde Müslümanları öldürmek ibadettir’ iddiasını ileri sürdü. Sayın Özfatura ile yaptığım görüşmede, İncil’i okumadığını ve Hıristiyanlık konusunda fazla bir bilgisi olmadığını söyledi. Ben de kendisine, İncil’in hiçbir yerinde öldürmeye izin veren bir ayet olmadığını, hatta ‘Düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin’ (Matta 5.44) diyen bir ayet bulunduğunu, bu nedenle bu iddianın doğru olamayacağını söyledim. Sayın Özfatura, olayı araştırıp gerekirse düzeltme yapacağını söyledi. Daha sonra birkaç kez aradığımda hep ‘düzelteceğim’ demesine rağmen, ne yazık ki düzeltmemiştir. Uzun bir süre sonra Zaman gazetesi köşe yazarı Mehmed Niyazi, 20 Temmuz 1995 tarihli köşe yazısında ‘Hıristiyanlar, Hıristiyan olmayanları öldürdüklerinde günah işlediklerine inanmazlar’ demiştir. Acaba sayın Özfatura, yaptığı yanlıştan dolayı özür dileseydi, sayın Niyazi de aynı yanlışı yapar mıydı? Sayın Özfatura’yı en son 30 Eylül 1995’te aradım, verdiği cevap ‘İnşallah gerekli düzeltmeyi yapacağım’. Ama hâlâ yapmadı.”

Ders kitapları

Bu örnek 1995 yılından... Günümüzde de durum değişmiş değil. Üstelik ders kitaplarında nefret suçu niteliğindeki ırkçı ifadelerin ayıklanmaya başladığı iddia edilen günümüzde Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan 8.sınıf İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük kitabında ‘Türkiye’ye Yönelik Tehditler’ başlıklı bölümde ‘Misyonerlik Faaliyetleri’ kısmında misyonerlik tanımı yapılmaya gerek bile duyulmadan, Hıristiyanlıkla ilgili her türlü basın, yayın faaliyeti “bölücü bir tehdit” olarak tanımlanıyor.

Bu konuda 2009 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı’na yapılan şikâyet başvurusu ise bakanlıktan şok edici bir cevap aldı. Cevapta benzer ifadelerin sadece bu kitapta değil, 4. sınıftan 12. sınıfa kadar pek çok Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabında da yer aldığı ve bu kitaplarda ‘misyonerlikten herhangi bir din, zümre veya etnik grup kast edilmemiştir’ ifadesi yer alıyor. Yani bakanlık diyor ki ‘ben misyonerlik derken Hıristiyanlığı kastetmedim.’ Acaba bu ders kitaplarını okutan öğretmenler, öğrenciler kendilerine “burada hangi din kastediliyor?” sorusunu yönelttiklerinde ne cevap veriyorlardır? Ya da öğrencilerinin soru sormasına gerek kalmadan öğretmenler kitaplardaki bu boşluğu nasıl dolduruyorlar?

Okulda olanlar

Bu sorunun yanıtını iki çocuğu aynı özel okulu bitiren bir Hıristiyan, Behnan Konutgan şöyle yanıtlıyor: “Çocuklarım her gün okuldan eve ağlayarak geliyorlardı, çünkü onlarla gâvur diye dalga geçiyorlardı. Ders kitaplarındaki bölücülük, misyoner faaliyetleri gibi konular gündeme geldiği zaman bazı öğretmenler çocuklarımı örnek gösterip, ‘İşte bu gâvurlar bizim düşmanımız’ diyorlarmış. Oysa çocuklarımız böyle şeyler yaşamasın diye eşim de ben de çok çaba gösterdik. Eşim, okulda İngilizce öğretmeni sıkıntısı olduğu için bir yıl ücret almadan bu okulda İngilizce derslerine girdi. Ben de okul aile birliği faaliyetlerinde çalıştım. Ancak yine de çocuklarımızın ayrımcılığa uğramasına engel olamadık. İstiklal Marşı okunurken bile çocuklarımın okumasını engellemeye çalışan öğretmenler oldu.”

İşte bakanlığın “misyonerlik derken din belirtmiyoruz” dediği durum, öğrencilerin okul hayatına böyle yansıyor.

Sorun ortaöğretimle de bitmiyor. Üniversitede özellikle büyük şehirler dışında eğitim alıyorsanız Hıristiyan olmanız özenle saklamanız gereken bir durum haline geliyor. Elazığ Fırat Üniversitesi’ni bitiren bir Ermeni Hıristiyan, ramazanda oruç tutmak zorunda kaldığı günleri hüzünle hatırlıyor.

Anadolu’daki üniversitelerde bunlar yaşanırken büyük şehirlerde ise boyuna ya da yakaya haç takmak da ayrı bir sorun. İstanbul’da bir devlet üniversitesinde okuyan bir Ermeni Hıristiyan, Agos’a yaptığı açıklamada, kampus içinde boynunda haç taktığı için ‘laik, Atatürkçü’ öğretim görevlilerinden  aldığı “üniversitede başörtüsü nasıl yasaksa sen de boynundaki dini simgeyle okula giremezsin” tepkisini hâlâ unutamadığını belirtiyor.

Boyuna takılan haç nasıl sorun oluyorsa, kilise kapılarında görünür olan haçları mazur göstermek için kilise önlerine dikilen kocaman bayraklar da bir başka gerçeği ima ediyor. Eğer kilisenin taşlanmasını ya da gece vakti duvarlarına nefret içerikli yazılar yazılmasını istemiyorsan, bina önüne diktiğin bayraklarla ‘devletine bağlı’ bir Hıristiyan olduğunu ispat etmek zorundasın.  

Kilisenin papazı

Hıristiyan fobisi sadece okul hayatıyla da sınırlı kalmıyor. Süryani ve Hıristiyan olan Özcan Geçer’in askerlik hikâyesi, oldukça çarpıcı örneklerle dolu:

“Kıdemli bir komutan kızgınlık anında, ‘Bana faydası olmayan kilisenin papazını s.kerim’ diye haykırdı. İçtimada koca bir bölük içinde dalgalanan ve ilk defa duyduğum bu sözle kan beynime sıçramıştı. Tanıyan arkadaşlarımın bana doğru dönüşleri ve yüzlerindeki o mahcup ifade halen zihnimde canlılığını korur. Karşı refleksle yaptığım çıkışa çevremden destek gelmeseydi ‘askerliğimi yakmama’ belki de ramak kalmıştı. Sonradan, Anadolu’da yaygın olarak bilindiğini öğreneceğim bu deyimin şokunu yaşarken, o arbedede gözüm az ötedeki minyatür kiliseye takılmıştı. Düşman bölgesinde yön tayini için eğitim istasyonunda yer alan, betondan yapılmış yaklaşık bir metre boyunda, çan kuleli bir yapıydı. Yanı başındaki minyatür camiyle birlikte soluk bir grilik içindeydi. Daha birkaç gün önce arkadaşlarla ‘şunlara el atalım’ deyivermiş, ben camiyi, arkadaşlardan biri de kiliseyi birbirlerine uyumlu sıcak renklerle güzelce boyamıştık. Ardından yeniden bir açılış yapar gibi, az da olsa bildiğim Arapçayla din dersinden hatırımda kalan bir sûreyi kafa göz yara yara okumuş, arkadaşım da acemilikle elini önce alnına mı yoksa omzuna mı götürerek istavroz çıkaracağını bilememenin şaşkınlığı içinde gülüşmüştük.

Küfür olayının şoku geçtikten sonra bu sefer de sabaha karşı nöbetçi subayın odasında beni beklediği talimatıyla uyandırıldım. Çapkınlığıyla meşhur komutana hayrolalar çekerek odasına geçtim. Kapıyı usulca kapadı ve yanıma ilişip karısının kendisine “papaz büyüsü” yaptırdığını ve büyüyü bozmak için ne yapmamız gerektiğini sordu. İlk şaşkınlığın ardından meseleyi kavrar kavramaz, en yakın kilisenin İskenderun’da olduğunu pazar günü için izin çıkartırsa gidip papaza sorabileceğimi söyledim. Beklendiği gibi izin çıktı; İskenderun’da keyifli bir kültür gezisini tamamlayıp geri geldim. Karısını da düşünerek, yapacak bir şey yokmuş deyip olayı kendi haline bıraktım.

Bir başka zaman da uzman kadrodan bir komutan benim Hıristiyan olduğumu öğrendiğinde eğitim sırasında yanıma geldi.  Durumumu bildiğini, gördüğüm gibi bana herhangi bir müdahaleleri olmadığını ifade ederken bir yandan da bu ötekiliğimi hissettirmişti. Bölük komutanı yüzbaşı da beni yanına çağırarak bu konuda bilgisi olduğunu, herhangi bir problemim olursa kendisine danışabileceğimi iletmiş; ayrıca eğer yanımda İncil getirdiysem onu yanımda ya da dolabımda değil de mescitte bulundurmam gerektiğini ifade etmişti.”

Sünnete karşı Lozan

Askerlik deyince akla gelen bir başka sorun da sünnet sorunu. Askerde ‘sünnet edilme tehlikesi’yle karşı karşıya kalan Hıristiyanların sayısı da az değil. Bunlardan biri, Hayko Bağdat, acemilik döneminde bir astsubayla yaşadığı macerayı şöyle anlatıyor: “Hıristiyan olduğumu öğrenince, ‘Hıristiyan da olsa her Türk askeri sünnet olmalıdır. Seni sünnet etmemiz lazım’ dedi bana. Ben de oturup Lozan Antlaşması’nı okudum ve kendisine bu antlaşma gereği Hıristiyanların hakları olduğunu, bunlardan birinin de sünnet olmama hakkı olduğunu anlattım. İkna olmayınca ‘git bölük komutanına sor o zaman’ dedim. O da gidip sormuş. Bölük komutanı ‘olur mu öyle şey, saçmalama’ diye kendisine fırça çekince sünnet ısrarından vazgeçti ama acemilik bitene kadar beni, sünnet olmanın ne kadar faydalı ve doğru bir şey olduğuna ikna etmeye çalıştı.” 

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu dosyada Ermeniler, Süryaniler, Rumlar gibi Hıristiyan topluluklarla ilgili olarak ‘etnik köken’e dair örneklere girmekten kaçındık. Eğer bunlara da yer verecek olsaydık, herhalde Agos’un sayfaları buna yetmezdi. Burada, sadece bir din olarak Hıristiyanlık ve bir dini grup olarak Hıristiyanlarla ilgili örnekleri gündeme getirdik. Batı’da İslamofobinin yükselişinden haklı olarak rahatsızlık duyanların çuvaldızı başkalarına batırırken, iğneyi de kendilerine batırmaları dileğiyle...

‘Herkesin fobisi kendine’ durumu olmamalı

MİNE YILDIRIM - İnanç Özgürlüğü Girişimi

“İslamofobi” belirli bir tanımı olmayan bir terim. Birçok farklı söylemi ve eylemi kast ediyor. Bunların, temelde İslam’a karşı duyulan mantıksız ve aşırı bir korkudan kaynaklandığı ifade edilmiş oluyor.  Bu eylemler ve sözler yabancı düşmanlığından, terör karşıtı önlemlere kadar farklılık gösterebiliyor. Belki de çarpıcı bir ifade olduğu için en çok da aktivist gruplar tarafından kullanılıyor. Araştırmalara baktığınızda İslamofobiyle bağlantılı üç temel mesele dile getiriliyor; birincisi, Avrupa’da Müslümanların topluma entegrasyonuyla ilgili devlet politikaları; ikincisi de, Müslümanların yaşadıkları ayrımcılık ve dinsel nefret söylemi.

Hıristiyan fobisi ise, Hıristiyanların, belki de göz ardı edildiklerini hissederek, “biz de benzer şeyler yaşıyoruz” demek için kullanmaya başladıkları bir terim olarak ortaya çıkıyor. Sorunlar belirli bir din üzerinden tartışılmaya başlandığında herkes, Bahai fobisi, Alevi fobisi, dinsiz fobisi gibi ifadelerle ortaya çıkabilir. Ve bu süreç, tartışmayı yararlı bir tartışma olmaktan çıkaracaktır. Çünkü sorunun ortaya konuş biçimi, çözüm için de belirleyici olacaktır.

İslamofobi ve Hıristiyanlık fobisi gibi terimlerle ilgili en büyük problem birçok farklı meseleyi genel ve belirli bir dini öne çıkaran tek bir terim altında toplaması. Meselelerin karmaşıklığını örtüyor. Tam olarak neden bahsediyoruz? Herhangi bir dine yönelik her türlü eleştiri ‘fobi’ adı altında reddedilebilir. Böyle olunca, şok edici derecede sıra dışı fikirlerin ve ifade biçimlerinin kısıtlanması söz konusu olabilir. Ayrımcılıktan bahsediyorsak, meselenin sadece dine bağlanması doğru mu? Örneğin, Avrupa’da Müslümanlara yönelik ayrımcılığın etnik ve sosyal boyutunu göz ardı etmiş olmaz mıyız?  

Tartışmayı bir dini “diğerlerine karşı” konumlandırmak ister istemez kutuplaşma yaratıyor. Şimdi, Müslümanlar sadece İslamofobiyi görüyor, Hıristiyanlar ise sadece Hıristiyanlık fobisini. Oysa dünyanın her yerinde dine yönelik sınırlamaların arttığına işaret ediliyor. Pew Forum’un kısa bir süre önce yayımlanan araştırma sonuçlarına göre tüm dünyada dine yönelik devlet kısıtlamaları ve sosyal düşmanlıklar arttı. Belirli gruplara rahatsızlık verilmesi (fiziksel saldırı, tutuklama, gözaltı, kutsal mabetlere saldırı ve çalışma yaşamı ve eğitim haklarında ayrımcılık ve diğer dinlere mensup kişiler tarafından sözlü saldırı) konusunda ise özellikle 111 ülkede Hıristiyanlara karşı, 90 ülkede Müslümanlara karşı ve 68 ülkede Yahudilere karşı devlet ve sosyal baskı rapor edilmiş.

En fazla kim baskı görüyor, en fazla kime düşmanlık duyuluyor, sorularını sormak, tartışmayı gerçekten doğru platforma taşıyacak mı? Sanmıyorum.  Her ülkenin kendine sorması gereken ve daha yararlı bir çözüme götürecek tartışmaların çerçevesini çizecek sorular daha farklı sorular. En azından, düşünce, din veya inanç özgürlüğü herkes için etkin bir şekilde korunuyor mu, farklı inançlardan ve inançsız kişilerin bir arada, barış içinde ve birbirlerinin haklarına saygı duyarak yaşaması için çoğulculuk güvence altına alınmış mı, gibi sorular sorularak başlanabilir. Bu konularda verilere dayanan ve katılımcı süreçlerle oluşturulan politikalar geliştirmek gerekiyor. Devletin bu konuda adım atmadığı durumlarda sivil toplumun doğru soruları sorarak öncü olması son derece yararlı olacaktır.