Varlık Vergisi’ni tartışırken

“Biz savaşırken onlar zengin oldu” söyleminde hiç dile getirilmeyip göz ardı edilen gerçek, Osmanlı çoğulculuğunun eşitsizliğe dayalı bir sistem üzerine inşa edildiğidir.

Varlık Vergisi hakkındaki olumsuz görüşlerini kendisine belirtmek için evine gelen Avram Galanti’ye Şevket Süreyya Aydemir şöyle der: “Galanti Efendi … siz tarihçisiniz, işi şöyle almalısınız: Biz Türkler asırlardan beri bin bir savaşta, sanayie, para ve sermaye biriktirmeye vakit bulamadık. Sizler, yani bütün azınlıklar ise bunları yaptınız. Biz sizi savaşlardan koruduk. Siz orduya asker vermediniz. Hatta bir takım yollarla vergi de vermediniz. Ticareti, sanayii, ithalat ve ihracatı, para ve sermayeyi ellerinizde topladınız. Bu işler, bizim asırlarca döktüğümüz kanlar pahasına ve hele Tanzimat’tan sonra münhasıran siz azınlıkların ellerinde toplanan imkanları korumak için oldu.  (…) Bu bizim asırlarca dökülen kanımızla, sizin bu sefer vereceğiniz iki yüz milyonluk kağıt liralık varlık verginizi karşılaştırırsak ve buna hatta bir ‘Kan Vergisi’ desek, hesaplaşmamız acaba çok zalimane olur mu? Ne dersiniz? İsterseniz bizim dökülen kanlarımız ve sonu gelmez askerlik emeklerimizle, sizin şu bir avuç vergi fazlanızı karşılaştıracağımıza, sizin biriken servetlerinizle, bizim biriken kan ve askerlik haklarımızı teraziye koyarak hesaplaşalım. Eğer biz haklı çıkarsak, vergileriniz silinsin. Ne dersiniz?”

Bu sözleri tarihsel bağlamından koparıp okuyacak olursanız, gayrimüslimlerin yönetici pozisyonunda olduğu, üstüne üstlük kendi mal ve canlarını korumak için Türkleri zorla askere alıp savaşa gönderdikleri bir ülkeden bahsedildiğini düşünebilirsiniz. “Biz savaşırken onlar zengin oldu” söyleminde hiç dile getirilmeyip göz ardı edilen gerçek, Osmanlı çoğulculuğunun eşitsizliğe dayalı bir sistem üzerine inşa edildiğidir. Devletin hakim milleti Müslümanlar ile onun himayesindeki gayrimüslimler siyasi, idari, hukuki yönden ve sosyal hayatın çeşitli yönleriyle eşit statüye sahip değillerdi Ehl-i kitap gayrimüslimler, İslam’ın üstünlüğünü ve Müslümanların hakimiyetini kabul ettikleri sürece devletin himayesi altındaydılar. İslam hukukuna göre zimmi statüsünde olan bu kişiler, bu korunmaya karşılık cizye ve haraç vergisi öderlerdi. Diğer kısıtlamaların yanı sıra zimmilerin silah taşımaları yasaktı ve askere alınmazlardı. Bir başka deyişle,  askere gidip gitmemek, savaşıp savaşmamak kendi tercihlerine bırakılmamıştı, gayrimüslimleri askerlik hizmetinden muaf tutan devletti.   Aynı durum siyaset için de geçerliydi. On altıncı yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı siyasetinde rol oynayan zimmilerin sayısı ihmal edilebilecek kadar azdı. Oysa Osmanlı devletinde iktidarın da statünün de kaynağı devlet hizmetinde yatmaktaydı. Baron de Tott’un aktardığı, kocası bir saray entrikası sonucu idam edilen hatırı sayılır Rum bir kadının, kendisinin talihsizliğine ve özellikle kocasının ölüm şekline yazıklanan bir Avrupalıya hışımla söylediği “Nasıl bir ölüm ile ölmesini isterdiniz? Öğrenin beyefendi, ailemden hiç kimse bakkal gibi ölmedi” sözleri tam da bu duruma işaret etmektedir. 

Gayrimüslimlere bakış

Siyasi yelpazenin tüm renkleri için gayrimüslimler komprador burjuvazinin ve büyük sermayenin temsilcisi olagelmiştir. Gayrimüslimlerin ekonomik durumu hakkındaki bu klişe yaklaşım, gayrimüslimlerin Osmanlı ülkesindeki ekonomik faaliyetlerinin kapsamı ve çeşitliliğini yadsımakla kalmaz, içinde bulundukları ekonomik gerçekliği de - örneğin bünyesinde farklı sosyal sınıfları barındıran ve üyeleri çok farklı meslekler icra eden Osmanlı Ermenilerinin büyük bir çoğunluğunun çiftçiler veya topraksız köylülerden oluştuğunu ve bunların büyük bir bölümünün de Müslüman ağa ve beylerin keyfi davranışları altında ezildiği gerçeğini-  göz ardı eder.  Bu söylem, aynı zamanda, Osmanlı devletinin başka devletlere verdiği kapitülasyonlardan, tanıdığı ekonomik imtiyazlardan tutun da kapitalizmin ülkeye nüfuz etmesine, oradan devletin aşırı harcamalar sonucu borçlanmasına kadar her şeyden  gayrimüslimleri sorumlu tutar. Öte yandan Müslümanların, küçümsedikleri tüccarlık ve diğer ekonomik faaliyetler yerine devlet görevini, memurluğu, askerliği tercih ettikleri konusunda da suskun kalır. 

Genel geçer kanaatin aksine, sistem dış ticarette gayrimüslimleri kayırmıyordu. Ebubekir Ratib Efendi’ye göre on sekizinci yüzyılda Müslüman Osmanlılar %5 gümrük vergisi öderlerken gayrimüslimler için bu oran %10, Osmanlı topraklarında ticaret yapma izni olan yabancı tüccarlar için ise %3 idi. Yabancı tüccarların imtiyazları kapitülasyonlara dayanıyordu. Bu ayrıcalıktan yararlanmak için bazı gayrimüslimler de elçiliklerin himayesine giriyorlardı. Ancak gayrimüslimlerin ticarette yoğunlaşmaları ne yabancı elçiliklerin korumasına ne de on dokuzuncu yüzyıldaki gelişmelere dayanmaktadır. Zira Ortaçağ’dan beri gayrimüslimler “aracı azınlıklar” olarak ticaretle iştigal ediyorlardı. Aracı azınlıkları ticarete yönlendiren nedenler, devlet aygıtı ve ordunun kendilerine kapalı olması ve ticaretin toplum nezdindeki itibarsızlığıdır. Bu itibarsızlıktır ki tüccarlığı bir nevi suça, karşılığında “kan vergisi” ödenmesi gereken “ticaretle iştigal etme suçuna” dönüştürür. Ne  gayrimüslimlerin 1856 yılına kadar ödedikleri cizye, ne devşirilen çocukları, ne de el konulan mal ve mülklerinin, bedelini bir türlü karşılayamadığı bir “kan vergisi.”

İtiraz ticarete mi , "kimin yaptığına" mı?

Gayrimüslimleri ticaretle uğraştıkları için suçlayanlar, gayrimüslim burjuvazinin yerine “milli burjuvazi” yaratma çabalarını olumlayarak, asıl itirazlarının ticaretin kendisine değil de ticareti kimin yaptığına olduğunu açık ediyorlar. Bu da bize  bu hikayenin sadece bir ekonomi hikayesi olmadığı aynı zamanda toplumsal ve politik bir hikaye olduğu söylüyor. Zira bu yaklaşımın altında yatan mantık, bazı özelliklerin ancak “biz”de varsa takdire şayan, “onlar”da olduğunda ise tehdit edici olduğudur. 





Kategoriler

Dosya


Yazar Hakkında