OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Aşı meselesi

Aşıların çok hızlı, bazılarının yeni bir yöntemle geliştirilmiş olmasının yaratacağı makul bir şüphe ve tereddüt anlaşılabilir. Fakat, aşı karşıtlığı bu makuliyetin katbekat ötesine geçerek, bolca komplo teorisine başvuran akıl dışı bir bağnazlık hâlini aldı.

İki senedir insanlık olarak olağanüstü zamanlardan geçiyoruz. Küresel bir virüs salgını ortalığı kastı kavurdu, hâlâ da bitmiş değil, varyantlarıyla sorun olmaya devam ediyor. İnsanlık tarihindeki diğer virüslerle karşılaştırılırsa, Covid 19’un aşısı çok hızlı bulundu. Gelin görün ki bazı insanlar, ki sayıları pandeminin gidişatı açısından önemsenmeyecek kadar az değil, aşı olmaya ikna olmadılar. Aşıların çok hızlı, bazılarının yeni bir yöntemle geliştirilmiş olmasının yaratacağı makul bir şüphe ve tereddüt anlaşılabilir. Fakat, aşı karşıtlığı bu makuliyetin katbekat ötesine geçerek, bolca komplo teorisine başvuran akıl dışı bir bağnazlık hâlini aldı; işin ilginci, virüs salgını gibi bu bağnazlık da küresel! Amerika’dan Hindistan’a, Türkiye’den Brezilya’ya, başkaca çok az ortak noktaları olan insanlar aşı karşıtlığında birleşiyor. Bu, üzerine rahatlıkla sosyoloji, antropoloji tezleri yazılabilecek bir fenomen.

Aşı karşıtlarının aşıya karşı olmakla, bilerek veya bilmeyerek karıştırdıkları iki makro olgu ve hâl var. Birincisi, küresel ilaç sektörünün içinde bulunduğu durum ve karakteri; ikincisi, devletlerin insanlar üzerindeki kontrolü. Bu ikisi de ciddi sorun ve tehditler barındırıyor ve tabii ki, içinde bulunduğumuz pandemide yaşadıklarımızı da önemli aktörler olarak etkiliyorlar. Gel gelelim, bir bilim ürünü olarak aşı –ve diğer ilaçlar– bunlarla bir ve aynı şey değil. Evet, küresel ilaç sektörü ve şirketleri, tek tek ele alsak uzun uzun anlatılacak ciddi etik sorunlarla malul. İnsanların sağlık ve derman arayışını, sonsuz bir kar hırsıyla istismar ediyorlar. Bu pandemide de patent meselesi üzerinden ciddi sorun yaratıyorlar. Evet, çok büyük iş yaptılar, kendilerine minnettarız ama kazandıkları onlarca, bilmiyorum, belki yüzlerce milyar dolar onlara bir türlü yeterli gelmiyor. İyi de, ilk aşı bulunduğunda ortada böyle küresel bir ilaç sektörü, dev ilaç şirketleri yoktu. İlk ve de son aşı, bilim insanlarının zekâsı ve azmi sayesinde bulundu. Köpek ısırdığında, “Küresel ilaç şirketlerinin oyunu bu” diyerek kuduz aşısı olmuyor musunuz? Olmuyorsanız, kudurup kudurmamayı da şansa bırakıyorsunuz demektir.

Velhasıl, ilaç sektörüne, şirketlerine eleştirilerimizi, hatta en sert hâliyle yöneltelim ama aşının, ilacın kendisine inanmamak başka bir şey. Biri serbest piyasa kapitalizmi, biri bilim. Ha, ikincisi de eleştirilmez değildir, kendine mutlak yanılmazlık atfetmez; yoksa bilim değil din olur. Ama zaten, birileri sanki öyleymiş gibi yapsa da Covid aşısı konusunda bilim dünyası ikiye bölünmüş falan değil. İlgili bilim dünyasının kahir ekseriyeti “Aşı olunmalı, hem de en hızlı şekilde” diyor. Aradan, yetkinliği tartışmalı bir-iki kişinin aksi yöndeki görüşünü “Bilim dünyası bu konuda kararsız” diye sunmak manipülasyona girer. (Bu bana başka bir konuyu da hatırlatıyor sanki, ama neyi?)

Gelelim işin devlet kontrolüyle ilgili kısmına. Bu konuda da, biri ciddiye alınmayacak kadar saçma olmak üzere iki görüş var. Saçma olan, aşıyla insanlara çip takıldığı ve bu sayede her hareketimizin takip edileceği. Hadi bunun teknolojik olarak mümkün olduğunu varsayalım; böyle bir çipe gerek var mı? Günümüz dünyasında zaten cebimizde kredi kartlarından tut da cep telefonlarının sim kartlarına kadar, bir değil birkaç çiple dolaşıyoruz ve takip ediliyoruz ve evet, bu korkunç bir şey ama aşının kendisiyle ilgisiz. Devlet müdahalesi konusundaki ikinci itiraz daha ciddi ve tartışmalı bir durum: Aşı olmayanlara devlet tarafından birtakım faaliyet ve hareket kısıtlamaları getirilmesi. Bu konuda bir karar verebilmek için kişinin aşı olmamasının diğer insanlara ve pandeminin kontrol altına alınmasına bir zararı olup olmadığına bakmak lazım. Başka bir deyişle bu, “Neden aşı olmalıyız?” sorusunun cevabıyla ilgili. Fakat, o soruya geçmeden, insanlar üzerindeki devlet kontrolüyle ilgili birkaç cümle daha edelim. 

Devletlerin, yönetimleri altında tuttukları kitleler hakkında daha fazla bilgi toplamaları, onları takip ve kontrol etmeleri devleti yönetenlerin antik zamanlardan bu yana hayali olsa da, hayata geçmesi modern bir olgudur. Bu, ben diyeyim 150, siz deyin 200 senelik bir olgu ve nüfus sayımlarının, istatistik disiplininin hayata geçirilmesiyle başlayıp bugün belli bir saniyede bastığınız yeri tespit etmeye varan bir süreç. Tekrar etmek gerekirse bu, birçok distopik eserin ana teması da olan, korkunç bir şey. Çok da uzak olmayan bir geleceğin en büyük kavgası, devletlerin toplumlar üzerindeki tam ve mutlak hâkimiyetine karşı verilecek. Bütün bunlar tamam ama bu durum, Covid aşısıyla ortaya çıkmış bir şey değil ve üstüne üstlük aşı hayatımız üzerindeki devlet kontrolünün talinin talisi bir parçası olabilir ancak. Kaldı ki, aşı yararlı bir şey.

Buradan kısaca “Neden aşı olmalıyız? Olmasak ne fark eder?” sorularına geçebiliriz. Bu sorulara odaklanırken aşı hakkındaki hurafelere de değinelim. Birincisi, aşı olunca virüs vücuda girmeyecek diye yanlış bir fikir var. Aşı, görünmez bir manyetik alan veya şemsiye değil ki virüsü sizin bedeninizin dışında tutsun. Tam tersine aşı, virüs size bulaştıktan sonra etkisini gösteriyor. Virüsün bulaşmasını engellemiyor ama hastalığı semptomsuz veya hafif geçirmenizi sağlıyor. Ölmeseniz bile, hastalığı ağır geçirmekle hafif geçirmek arasında, hem hastanın konforu, hem sağlık sistemi ve çalışanları açısından dağlar kadar fark var. Aşı olup hafif geçirecekken, olmayıp ağır geçirdiğinizde çektiğiniz eziyet bir yana, hastanelerde, yoğun bakımlarda yer işgal edip, diğer hayati hastaların imkânlardan ve doktorlardan hizmet almasını engelliyorsunuz. Kamu kaynaklarına, kaçınılması mümkün ek bir yük bindirmiş oluyorsunuz.

İkincisi, bulaştırma meselesi. Aşı karşıtları, aşılıların da hastalığı bulaştırdığını söyleyip duruyor. Evet, aşı, bulaştırma riskini sıfıra indirmiyor ama virüsün vücudunuza bulunma süresini ve çoğalma sayısını düşürdüğü için bulaştırma riskini de düşürüyor. Yani, aşı olmuş biri ile olmamış birinin hastalığı bulaştırma kapasite ve ihtimali aynı değil.

Üçüncüsü, varyant oluşması meselesi. Aşısız bedenler yüzünden virüs daha fazla dolaşabiliyor ve varyantları oluşturacak daha rahat ortamlar buluyor. Bu açıdan bakıldığında, aşısız kişilerin varyant oluşması için virüse aşılılara göre daha fazla yataklık ettikleri söylenebilir. Aşılı insanların sayısı dünya çapında ne kadar artarsa, varyant oluşma ihtimali o kadar düşecek.

Dördüncüsü, aşının yan etkileri meselesi. Bu, aşı karşıtlarının diğer argümanlarına göre daha mantıklı, zira aşıların gerekli aşamalar bitirilmeden piyasaya sürüldüğünü söylüyorlar. Bu, kısmen doğru. İlk anlarda öyleydi ama ABD’de bu işlere bakan kurum olan FDA aşı onayını çoktan verdi. Her ilaç gibi bu aşıların da yan etkisi olabilir, hatta kimilerinde hayati risk de yaratabilir, tıbben özel durumu olanların özel olarak değerlendirilmesi gerekir ama –benim bilmediğim ve anlatamayacağım– biyokimyasal etkenleri bir tarafa bırakıp mantık kullanalım. Yaklaşık bir senedir dünya çapında aşılama sürüyor. Dağılım ülkeden ülkeye değişmekle birlikte hâlihazırda dünya nüfusunun yaklaşık %40’ı en az iki doz aşı olmuş durumda ki bu da yaklaşık 3,5 milyar insan eder. Eğer, aşı karşıtlarının dediği gibi aşı yaygın hayati risk yaratsaydı, aşı olanlar içinde şimdiye kadar milyonlarca, en azından yüzbinlerce kişinin öldüğüne şahit olmamız gerekirdi. Şükür ki öyle bir şey yok.