“Meğer Taşa Tohum Ekilmez İmiş...”

Niçin hedef seçilmiştir? Bu sorunun bir çok cevabı var kuşkusuz ama en açıklayıcı olanı; üzerini tonlarca kaya ile örtmeye çalıştığımız riyakarlığa ayna tutmuş olmasıdır.

Ümit Kıvanç’ın “Hafıza Yetersiz” belgeselini izlemeye başladıktan sonra zihnimde Seyrani’ye ait bu dize çınladı durdu. 

Hem çok yetkin hem de seyredenleri ilginç bir deneyimin içinden geçiren bir çalışma olmuş. Kıvanç’ın emeğine sağlık.

Sonu katledilmeyle bitecek bir hayatın kahramanını izliyoruz filmde.  Kendi finaline doğru giderken sesini kattığı her kelam, ömrüne sıkılacak mermileri tek tek namluya sürdürecek kadar “tehlike!” barındırıyor. 

O ömrün hülasasını çıkarmak gerekse; “taşa tohum ekmeye çalışmış” demek mümkün.

“Hafıza Yetersiz”i izlerken yaşadığınıza benzer bir deneyimi Ekşi Sözlük’teki Hrant Dink başlığını okurken de yaşamak mümkün.

İlk entry 2002 yılında girilmiş. Daha sonra bu entrylerin sayısı 2200’ü geçecektir. Yaklaşık 4 sayfada 40 entry girildikten sonra katledilecektir. O tarihten sonra hakkında yazılanların büyük çoğunluğu, onun katline hayıflanan ve itiraz eden yazılardır. Gelin görün ki onu yitirdiğimiz güne kadar yazılanlar, niçin hedef seçildiğini sosyolojik anlamda aşikar kılan niteliktedir. 

Niçin hedef seçilmiştir?

Bu sorunun bir çok cevabı var kuşkusuz ama en açıklayıcı olanı; üzerini tonlarca kaya ile örtmeye çalıştığımız riyakarlığa ayna tutmuş olmasıdır. 

Bakın ‘Soykırım’, ‘Bölücülük’, ‘Türklüğü Aşağılama’ falan değildir onun katline ferman çıkartan şey. Zaten Hrant, kanayan yaramıza bu kavramlarla yürütülecek tartışmaların derman olamayacağını ilk farkedenimizdi. Sistemin repertuarı bu argümanlarla gelenlere karşı çok donanımlıydı. Hem de tartışmaların hep ve sadece bu kanallardan yürütülmesini isteyecek kadar...

Riyakarlık oysa sistemin temel yakıtıydı. Bunu bir kez teşhir ederseniz bir adım bile yürüyecek takati kalmıyordu. 

İşte kardeşimiz Hrant, bu tonlarca kayanın altındaki ‘hakikat’ın elle kolla, dinamitle falan ortaya çıkarılamayacağını keşfetmişti. Bu yüzden ona tohum ekmeye çalıştı. O tohum tıpkı “suyun çatlağını bulması” gibi aşağıya, o örtülmüş alana ulaşacaktı. Zordu ama olursa belki ve sadece böyle olacaktı. 

Olmadı... 

Doğarız, büyürüz ve ölürüz. 

Bildik bir dizgedir bu ve onu çekilir kılan tek bir amaç vardır o da geriye iyi bir ruh bırakmaktır. 

Bizi biraraya getiren ses
İyi insanlar geriye iyi ruhlarını bırakır, öylesine iyi ruhlardır ki bunlar, evrenin kabuklarıdır; “merhumun ruhuna” dediğimiz an bile kırılabilirler, dikkat etmek gerekir, hakkını vermek gerekir; çünkü bütünü yükselterek yükselen kimselerdir onlar. 

Yükseldikçe, sesleri kulaklarımızdan kalbimize inmiştir. Duygularımız, düşüncelerimiz, sesle yekvücut olmuş bu kalp atışlarıyla biçimlenir. 

Hrant’ın kalbinden gelen sesinde bunlar vardı. Artık bizi bir araya getiren Hrant’ın sesidir; bu sesin her perdesi, vicdanı, adaleti ve eşitliği söyler. Sanki şuradan, bir yerlerden karşımıza çıkacak, kulağımıza, “ben gidince yok oluşumun acısını sizler çekeceksiniz” diyecektir. Birinin yokluğunun acısını çekmek, acıların en büyüğüdür. Yürürüz, konuşuruz, güleriz; yürürken ayaklarımız gövdemize batar, konuşuruz kelimemiz eksiktir, güleriz ama ağzımızda sanki kırık bir diş vardır. Eksiğizdir. 

Biz’i de bu arada tanımlamam gerek; biz, bu topraklarda yitirdiklerimizin bakiyesiyiz.

İster “şanlı” sıfatını ekleyin ister “çorak”, tarihimizde hep güç güçle, kuvvet kuvvetle, çıkar çıkarla var olmuştur ve bunlar, sırıtarak bize iki kelime vermişlerdir: İntikam ve özgürlük. İntikamı kimden aldık, özgürlüğümüzü kim verdi bize? 

Ağır bir sessizlik içinde düşündüğümüzde yanıtlar bizi korkutur.

Çoraklığımız, gidenlerimizin kalanlarda açtığı büyük yoksulluktan dolayıdır.

Yazı silinir, imgeler, imajlar da solar ama ses kalır.

Artık elimizde kalan sadece sestir. Hrant’ın sesi on beş yıldır kulaklarımızdan gitmez. On beş yıl sonra da bu ses kulaklarımızdan gitmeyecektir. Gücü ve volümü, insanın olduğu yerden çınladığı için hiç eksilmeyecektir.

Bir ritmi vardır hiç yadırgatmayan, tıpkı doğa gibi..

Doğada, bir şey diğerine kendini göstermez; her şey, gönül gözü menzilindedir. 

Tepeden bakma yoktur, süzme yoktur, sözü tartıya vurmak yoktur; hakir görülmez kimse, böbürlenmez, kibir ve küstahlığın kanatlarıyla alçalıp yükselmez… 

Kimse bu ritmi istemiyor. Kimse “ötekiyle” yüz yüze gelmiyor. 

Bu yüzden insanlar, cetvelle çizilmiş doğrular gibiler. 

Kolları dünyayı kucaklamaktan yoksun, bedenleri giysilerden ağırlaşmış, vicdanını bile bir lütuf olarak sunuyor. 
Yükseklerde görüyor kendini ama “uçurumun ağzındaki baş dönmesini” bilmiyor, “uçurumda açan çiçeği” tanımıyor, kokusunu almıyor. 

Düşünmek, doğanın bir armağanıdır; düşünen insan kendi içinden çıkar, başkasının içine girer, onu duyar, onu yaşar, acısını acısı bilir ama bu da suç sayılıyor, ceza veriliyor. 

Hrant, hayatı boyunca bizi hep bu ritme davet etti. Bu ritmi arayanların, bu ritmden büyük bir kalpleri vardır ve bu kalp karşısında adalet sadece tecrübe ettiğimiz bir ayıptır. 

Kategoriler

Güncel


Yazar Hakkında