Doktor Avedis Nakkaşyan Ermeni aydınların 24 Nisan 1915’te çıkarıldıkları ölüm yolculuğuna ilk elden tanık olan isimlerden biri. Siyaset bilimci ve sosyolog Prof. Dr. Arus Yumul Nakkaşyan’ın 1925’te Boston’da Ermenice yayınlanan anılarını Agos okurları için derledi.
“24 Nisan 1915 modern Ermeni tarihi için önemli bir gün olarak kalacaktır” öngörüsüyle başlar Doktor Avedis Nakkaşyan 1925 yılında yazdığı Ayaş Hapishanesi’nde geçirdiği günleri anlattığı kitabına. (*) O gün “büyük fırtınanın ilk gök gürültüsü” duyulmuştur. Sabaha karşı evinin kapısı çaldığında “Kim bilir hangi zavallı hasta” diye düşünüp hızla aşağı iner. Gelen, Gomidas Vartabed’in polislerce alınıp götürüldüğünü haber veren yardımcısıdır. Yirmi dakika geçmeden bir başkası gelip Jak Sayabalyan’ın götürüldüğü haberini getirir. Evden çıktığında karşılaştığı Doktor Dikran Allahverdi’nin kızı göz yaşları içinde babasının götürüldüğü söyler. Neler olup bittiğini anlamaya çalışırken sıra kendisine gelir.
Önce Pangaltı karakoluna oradan da Sultanahmet Merkez Cezaevi’ne götürülür. Hapishaneden içeri girdiğinde karşılaştığı -adeta büyük bir dini bayram günü Ana Kilise’nin (Kumkapı Meryem Ana Kilisesi) avlusunu, barındırdığı çeşitlilik açısından da Nuh’un Gemisi’ni andıran- kalabalık karşısında şaşırır. Gazeteciler, şairler, doktorlar, avukatlar, rahipler, papazlar, aktörler, tüccarlar, hancılar, otelciler, zenginler, fakirler, Osmanlı Meclisi ve Ermeni Meclisi vekilleri, eczacılar kasaplar hepsi bir aradadır. Akşama kadar getirilenlerin sayısı 220’ye ulaşır. Getirilen her yeni “misafire” merakla dışarda neler olup bittiğini sorar içerdekiler, zira kimse ne olup bittiğini anlayamaz. Ancak yeni gelenler de kendileri kadar durumdan bihaberdir. Kendi aralarında neden orada bulunduklarını tartışırlarken en uygun ve ikna edici açıklamayı Harutyun Şahrigyan “Anlamsız olanda anlam arıyorsunuz” sözleriyle dile getirir.
Yolculuk başlar
Saat sekize doğru “herkes dışarı” sesi duyulur. Hep birlikte kapının önüne çıkarlar. Kapıda Talat’ın sağ kolu, polis müdürü Bedri durmaktadır. Elindeki kağıttan tek tek isimleri okur. Nereye gideceklerini bilmiyorlardır ancak hapishaneden çıkıyor olmaları hayatlarına bir değişiklik getirecektir ki bu, bir tutuklu için yeterlidir. Dörder dörder sıraya girmeleri istenir. “Okul çocukları gibi” sıraya dizilirler. Dört yandan silahlı askerlerle çevrilerek Sultanahmet üzerinden Aya Sofya’ya varıp oradan Gülhane Parkı’na girerler. Sarayburnu’na vardıklarında Şirketi Hayriye’ye ait bir vapurun kendilerini beklediğini görürler. Aşağı inmeleri emredilir. Hep birlikte aşağı kamaralara doluşurlar. Merdivenler, kapılar dahil her taraf askerlerle çevrilidir. Haydarpaşa’da vapurdan indirilip Haydarpaşa Garı’na götürülürler. Burada, pozisyonları ve mesleklerine göre birinci, ikinci ve üçüncü sınıf vagonlara ayrılırlar. “Hapishane, esaret, sürgün ve kim bilir daha neler?” diye düşünür Nakkaşyan ama sınıflara göre ayrım uygulanmakta, bir başka deyişe, Şahrigyan’ın “anlamsızı” sahnelenmektedir. Askeri eczacı olan Nargileciyan’ın üzerinde üniforması vardır. Bir polis memuru onu tuvalete götürüp üniformasındaki askeri rozetleri söker. Nakkaşyan’ın yeri birinci sınıf vagondadır. Aynı vagona Gomidas, Hovnan ve Balakyan Vartabedler, Doktor Torkomyan, Diran Kelekyan, Harutyun Cangülyan gibi kişiler de bindirilir.
Yeni durak Sincan
Tren İzmit’e doğru yol alır. İstasyonlarda trenden inmek, alışveriş etmek yasaktır. Pencereden bakmaya cüret edenlere asker “yasak” diye bağırır. Kimsenin yanında yiyecek bir şey yoktur. Nakkaşyan yanındaki bir parça ekmek ve tereyağını vagondakilere kutsal bir emanetmişçesine dağıtır. Ertesi akşam Eskişehir’e varırlar. Yolda polisleri ikna edip ekmek alırlar. Ailelerinin o esnada ne yediğini ya da ağızlarına bir lokma koyup koymadıklarını merak ederler. Tren Eskişehir istasyonunda iki saat kadar kalır. Nakkaşyan trenin penceresinden bakarken dışardan kendisine Ermenice seslenip bir şey isteyip istemediklerini soran bir ses duyar. Çay ister ve İstanbul’a Ankara’ya götürüldükleri haberinin verilmesini ister. Çeyrek saat içinde gelen çaya polisler izin vermek istemese de bardakları pencereden almayı başarırlar.
Tutuklandıklarından beri ilk kez midelerine sıcak bir şey girer. Gece yarısından sonra tren hareket eder, öğleden sonra Sincan köyüne varırlar. Kendilerine İstanbul’dan beri eşlik eden Merkez Hapishane Müdürü İbrahim “Pencereleri açın, adları okunanlar aşağı insin” der. Silvo Ricci (Kris Fenerciyan), Paylag (Jak Sayabalyan), Agnuni (Haçadur Malumyan), Rupen Zartaryan, Murad (Hamparsum Boyacıyan) ve diğerlerinin yanı sıra Nakkaşyan’ın da adı okunur. İstasyonun dışında yirmi kadar araba onları beklemektedir. Her arabaya üçer dörder kişi bindirilir. Her arabacının yanına bir polis oturur. Yola çıkmadan kendilerini pencereden yaşlı gözlerle izleyen trendeki arkadaşlarına son bir kez bakarlar.
Ayaş Hapishanesi
Nakkaşyan polise nereye götürüldüklerini sorar. Aldığı cevap “yasak” olur. Biraz sabredip bu kez farklı bir yol denemeye karar verir. Arabacı ve polise birer sigara ikram edip aynı soruyu tekrar sorar. Arabacıdan Ayaş’a götürüldüklerini öğrenir. Yolda uğradıkları bir handan birer parça ekmek ve birer bardak çay alırlar. Akşama doğru Ayaş’a varırlar, bir kışlanın önünde inerler. Burada on beş metre uzunluğunda altı metre genişliğinde, pencereleri demir parmaklık ve tahtalarla kapatılmış bir koğuşa koyulurlar. Koğuşta yere atılmış birkaç eski hasır parçasından başka bir şey yoktur. Öncelikle toz ve kir içindeki koğuşu temizlemeye girişirler. Toz ve kiri dışarı atmalarına izin verilmeyince yerdeki tozu kaldırıp oraya buraya dağıtırlar. Sıra yemek sorununu çözmeye gelir. Gardiyanlar her birine siyaha çalan gri hamuru ekmek niyetine verir. Zeytin getirtirler. Sıra en zor sorunu çözmeye gelir. Koğuşta yatağa benzer bir şey yoktur. Koğuştakilerin hepsinin aynı anda yatmasına imkan yoktur. “Eğer yetmiş bir mahkum odun parçaları gibi yan yana dizilip yatsaydık, yine de o koğuşa sığamazdık” der Nakkaşyan. Bazıları geceyi kapının yanında ayakta geçirir. Yan yana yatanların ise kımıldamasına olanak yoktur zira kımıldayacak yer yoktur.
Koğuşta hayat
Kendilerine günlük birer ekmek verilir ancak o da yenecek gibi değildir. Ertesi günlerde kışlanın kapısına yemek getiren köylülerden yiyecek satın alırlar. Şehirdeki Türklerden günlük iki kuruşa yatak kiralarlar. Ateş yakmak, yemek pişirmek, bulaşık yıkamak gibi gündelik işlerin yapılması için beşer kişilik gruplar oluştururlar. Yiyecek satın almak için iki asker eşliğinde bir kişinin çarşıya gitmesi için izin alırlar. Topraktan ocak yapıp kap kacak satın alırlar, yavaş yavaş “yerleşmeye” başlarlar. Hapistekilerin büyük bölümünün yanında para yoktur. İhtiyacı olanlara yardım etmek için bir komite kurarlar. Her hafta mahkumlardan toplanan belli bir meblağ kimlikleri ifşa edilmeden parası olmayanlara dağıtılır. Yavaş yavaş hapishane şartlarına uyum sağlarlar. Soğuk, pislik, uykusuzluk, bit korkusu, polislerin kabalığı gibi pek çok sıkıntıya bir şekilde katlanırlar ama belirsizlikle başa çıkmakta zorlanırlar. Neden buradaydılar ve kendilerine ne olacaktı? Suçları devrimcilik olsaydı Ankaralı Katolik Acemyan’ın veya kuyumcular çarşısından İstanbullu Dikran Ağa’nın aralarında ne işi vardı? Tutuklananların büyük bir bölümünün yazar çizer, öğretmen, doktor ve avukat olduğundan yola çıkarak entelektüellerin toplandığını düşünürler ama aralarında bir kasabın ya da kahvecinin ne işi olduğunu merak etmekten kendilerini alamazlar. Kısacası “hangi suçlamalarla, hangi ölçü, hangi tartı ve hangi yasayla hapis ve sürgünü hak ettik?” sorusunun cevabını bulmak için “her gün kafa patlatırlar”.
Sorunu çözmek mümkün olmadığından yiyip, içip eğlenmeye çalışırlar. Durumun ciddiyetinin, içinde bulundukları tehlikenin farkında olmakla birlikte, birbirlerine karşı “moralli ve neşeli bir ruh hali” sergilerler. Keyifli vakitler geçirirler. Tavla getirtirler, kağıt oynarlar. Mektuplaşma izni çıktığında gazete ve kitap getirtirler. Şarkı söylerler. Velhasıl hapishane hayatının sıkıntılarını unutmak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Her sabah iki kolunu iki böğrüne vurup horoz sesi çıkararak onları uyandıran saygın bir kişi de vardır aralarında. Gigo’nun (Krikor Torosian) günlüğü her sabah kahkahalar arasında okunur. Hapishanede olup biteni yazdığı defterini Nakkaşyan’a emanet etmeyi düşünür Gigo, ancak defter kendisi için o kadar değerlidir ki bir gün kendisi yayımlayacağını ümit ederek son anda vazgeçer. Her sabah Şavarş Krisyan’ın öğretmenliğinde beden eğitimi dersine katılırlar.
İki hafta sonra koğuşa on iki tutuklu daha getirilir. Artık koğuşa sığmaları mümkün değildir. Yandaki ahırı temizlerler, aralarından yirmi kişi “aristokratlar koğuşuna” geçer. Artık iki koğuş olduğundan koğuşlar birbirlerine misafirliğe gidip gelir. Farklı görüş ve kanaatlere sahip tutuklular arasında tartışma hiç eksik olmaz. Koğuşa bir de kahve/çay odası kurulur, böylece koğuş bir kulüp görünümüne bürünür, tek farkla ki burada herkes yerde oturmaktadır.
Koğuşta oylama
Koğuştakiler örgütlenmeye karar verince bir genel kurul toplayıp oybirliğiyle Karekin Hajak’ı başkan seçerler. Hajak başkanlık koltuğuna yani benzin bidonuna oturur, çeşitli konularda tartışırlar, isteyenler söz alır, koğuş adeta bir temsilciler meclisine dönüşür. Nerede olduklarını, etraflarının süngülerle kuşatıldığını bir anda unuturlar. Hapishaneyi yönetecek, temizlik ve düzeniyle ilgilenecek, yerel makamlar ve İstanbul hükümeti ile ilişkileri yürütecek Nakkaşyan’ın da üye olduğu beş kişiden oluşan bir yönetim seçip, Çamaşır Bakanlığı, İçişleri ve Bit Bakanlığı gibi bakanlıklar kurarlar.
Yönetim Talat Paşa’ya hitaben “Biz masumuz, soruşturulmamızı ve serbest bırakılmamızı istirham ederiz” diye bir telgraf kaleme alır. Metin onaylanmak için genel kurula sunulunca “istirham ederiz” tabiri tartışmaya neden olur. “Yalvarmıyoruz” diye bağırır biri. “Hakkımızı talep ediyoruz” der Smpad Pürad. “Yönetim devrilmeli” diye haykırır bir diğeri. Sonunda liberal ve muhafazakarlardan oluşan bu yönetim güven oyu alamaz ve düşer, yerine liberallerden oluşan yeni bir yönetim seçilir. Yeni yönetim telgrafı “istirham ederiz” yerine “mertliğinizden bekleriz” sözleriyle bitirir. Telgrafın amacına zarar vermemek için adları devrimciye çıkmış olanlar yerine devrimci olmayan Nakkaşyan’ın imzalamasına karar verilir. Nakkaşyan, Ayaş tutukluları adına telgrafı imzalamasına imzalar ama tedbirli davranmanın beyhude bir çabadan ibaret olduğunu düşünür, zira sorunun sadece “siyasi aktivistleri veya devrimcileri değil tüm Ermenileri ilgilendirdiği” kanısına varmıştır. Sonuçta kendisi bir Ermeni olarak mahkum edilmemiş midir? Tüm çabaların boş olduğunu düşünür ve öngördüğü gibi telgrafın hiçbir etkisi olmaz.
Korku, endişe, umutsuzluk
Hapishanede “kriz günleri” de yaşanır. Paramaz ve arkadaşlarının asıldığı haberi kendilerine ulaştığında koğuşa umutsuzluk hakim olur. İstanbul ve diğer bölgelerde tutuklama dalgalarının sürmekte olduğunu duyarlar. Belli ki sorun “milletin varlığıyla” ilgilidir. Yine de kadere güvenerek küçük umutlarla kendilerini teselli etmeye çalışırlar. Aralarından bazılarına yargılanmak için çeşitli şehirlere götürülmesi emri gelir. Murad ve Marzpet (Hazar Hazaryan) Kayseri’ye, Mihran Ağacanyan İstanbul’a götürülür. Parseh Şahbaz’ın yargılanmak üzere Harput’a götürülmesi emri gelince “aristokratlar koğuşunda” bir veda yemeği düzenlenir. Yiyip içip, görünüşe göre neşelenirler. Mahkemeye çıkarılacakları ve kendilerini savunma olanağını bulacakları düşüncesiyle umutlanırlar. Ama içten içe bunların boş umutlar olduğunun farkındadırlar. Dış dünyadan sağlıklı haber almak zordur. Nakkaşyan iki asker eşliğinde alışveriş için pazara indiğinde, şehirdeki bir Türk tüccardan Kayseri yakınlarında bir haftadır katliam ve sürgünlerin devam ettiğini, Merzifon Ermenilerinin araçlarla tahliye edildiğini ve onları götüren araçların iki saat sonra şehre boş döndüğünü öğrenir.
Doktor Nazaret Dağavaryan, Agnuni, Hajak, Sarkis Minasyan, Rupen Zartaryan ve Cangülyan’ın yargılanmak için Diyarbakır’a sevk edilmeleri talimatı geldiğinde derin bir umutsuzluğa sürüklenirler. İstanbul ve çevre illerde mahkemeler eksik değilken Diyarbakır’a sevk etmenin sadece bir bahane olduğunu düşünürler. Ertesi sabah bu altı kişinin “ölümün soğuk ellerine teslim edileceğini bildiklerinden” o gece kimse uyuyamaz. O sabahı “tüm sabahların en ölümcülü olarak” tanımlar Nakkaşyan. “Bu asil şahsiyetleri bir daha asla göremeyeceğimizi biliyorduk” der. Polis onları götürmeye geldiğinde hapishanenin kapısında toplanıp gözyaşları içinde veda ederler. Birkaç gün sonra Zartaryan’ın gönderdiği karttan Ankara zindanında iki gün kaldıktan sonra Eskişehir’e götürüldüklerini öğrenirler. Onlardan birkaç gün önce, Krikor Zohrab ve Vartkes Serengülyan da yargılanmak üzere Diyarbakır’a götürülürken oradan geçmişlerdir. Bu haber kafalarında “gök gürültüsü gibi çınlar.” Zira sıra “büyük” Zohrab’a ve “yenilmez” Vartkes’e bile gelmiş, onlara bile saldırmaya cüret edilmiştir. “Ehil, nüfuzlu ve halkın oylarıyla seçilmiş vekiller olan bu hukukçular kendilerini bu ölümcül ellere karşı” savunamamışlarsa umutlu olmak için neden kalmamıştır: “Tesellimiz ve desteğimiz olan küçük umutlar tamamen yok oldu. Sanki güneş kararmış ve ay yüzünü kapatmış gibiydi”. Umutlarının sönmesiyle hapishane hayatı çekilmez hale gelir.
Aynı günlerde şehirde tepeden tırnağa silahlı ve bir tür üniforma giymiş kişilerle karşılaşır Nakkaşyan. Bu kişilerin Ermenilere karşı kurulmuş çetenin üyeleri olduğunu öğrenir. Ankaralı bir Türk de çeteye kaydolmak istediğini söyleyince, “Kime karşı örgütleniyor” bu çete diye sorar. “Kime karşı olacak, Ermenilere karşı” der adam kayıtsızca. Hapishaneyi koruyan müfrezenin komutanı da hapishaneyi korumak zorunda olduğundan kenarda kaldığını düşünüp şikayet eder. Balkan Savaşları sırasında Edirne yöresindeki altmış köyü Hıristiyanlardan temizleyen çetecilerden biri olduğunu gururla anlatır Nakkaşyan’a. Haziran ayı geldiğinde alınan mektuplarda ima edilen bilgiler ve askerlerin anlattığı hikayeler duruma ışık tutar mahiyettedir. Hapistekiler artık “her gün, her an” sıranın kendilerine gelmesini beklemektedir.
Nakkaşyan’ın serbest kalması
2 Temmuz sabahı Nakkaşyan henüz alışverişten dönmüş ve aldıklarını ilgili grupların temsilcilerine dağıtıyordur ki elindeki telgrafı sallayarak “Size iyi haber” diye bağıran bir çavuşun kendilerine doğru yaklaştığını görürler. Kimse kıpırdamaz, kimse elini uzatmaz, ta ki çavuş telgrafı Nakkaşyan’a verene kadar. Nakkaşyan kağıdı tutamaz, elinden kayıp yere düşen telgrafı Jak Sayabalyan alıp okur. Ağabeyi Nakkaşyan’a Ankara’da hakkında tahliye kararı çıktığını bildirmektedir. İki zıt duyguyu, sevinç ve hüznü, aynı anda çok yoğun bir biçimde yaşar Nakkaşyan. Mutludur, hatta çok mutludur, zira orada geçen her dakikanın kendisini ölüme götürdüğünün farkındadır. Üzgündür, çünkü orada tanıdığı, sevdiği ve saygı duyduğu yoldaşlarını, arkadaşlarını bırakacak, üç aydır aile ocağı haline gelen bu yerden ayrılacaktır. Onların akıbetini düşünmek sevincini yasa çevirir. Kendisini sevinçle uğurlayan arkadaşlarına. “Yakında sıra size gelecek” der. “Biz de geleceğiz” diye seslenir Sayabalyan. Gigo defterini kendisinin getireceğini söyler. “Neşe, hüzün, umut ve acı” içinde ayrılır Nakkaşyan.
Ayaş’ta kalanların akıbeti ve Mustafa Reşat Bey
Nakkaşyan cezaevinden çıktığında oradaki 82 (**) kişiden geriye 54’ü kalmıştır. Kimi salıverilmiş, kimi farklı yerlere nakledilmiştir. Sekiz ay sonra Ayaş’tan ünlü bir Türk İstanbul’a geldiğinde Nakkaşyan’ı bulur ve kendisi ayrıldıktan sonra otuz arkadaşının Ankara’ya götürülüp buradaki Ermeni nüfusu ile birlikte yola çıkarıldıktan birkaç saat sonra öldürüldüklerini, geriye kalan yirmi dört kişiyi ise Ankara’dan gelen bir komiserin elleri bağlı bir şekilde iki saat uzaklıktaki Ayaş Beli’ne götürüp orada öldürdüğünü anlatır. Komiser kendi tabancasıyla her birini başından vurmuş ve üzerlerindeki 12 saat, 150 altın lira ile kurbanlarının giysilerini de alıp gitmiştir. Jak Sayabalyan, Nerses Zakaryan, Vramşabuh Samuelov, Aristakes Kasparyan ve Smpat Pürad da bu son gruptadır.
1919 yılında İstanbul Siyasi Polis Müdürü Mustafa Reşat Bey, Malta’ya sürülmek üzere tutuklandığında, onu Ayaş’tan kurtaranın kendisi olduğunu iddia ederek kendisi lehine tanıklık etmesi için Nakkaşyan’la temasa geçer. Nakkaşyan Reşat Bey’e kendisi için yaptıklarının fazla önemi olmadığı, çünkü öldürdükleri arasında kendisinden çok daha değerli kişiler bulunduğunu söyleyerek bu teklifi reddeder.
(*)Avedis Nakkaşyan Ayashi Pandě (Ayaş Hapishanesi), Boston: Hayrenik, 1925.
(**) İstanbul’da köpek toplayıcılığı yapan Artin Asaduryan aynı adlı biri yerine tutuklanıp Ayaş’a getirilmiştir. Nakkaşyan’ın Talat Paşa’ya yazdığı telgraf sonucunda serbest bırakılır. Bu yüzden 83 olan tutuklu sayısı 82’ye düşer.