Artçılarda bile insan normalinden uzaklaşmıyor artık. Şimdi korkum, unutmak. Ama somutları değil soyut tarafta kalanları. Depremi yaşayanlar o gerçekliği kesinlikle unutmayacak, hafızalarımız o kadar da ‘nisyanla malul’ olmayacak ama bire bir yaşamayanların çoğu unuttu bile. Hem de İstanbul’da yaşadıkları hâlde.
Depremin üzerinden tam olarak dört ay geçti. İnsan ömründen 120 gün. 120 gece uyumaya çalıştık, sabah kalkabilecek miyiz, bilmeden. 120 sabah uyandık, pişmanlıkla ve utanarak. Çünkü hayatta kalmak, gidenlere ihanet etmek gibi geliyordu birçoğumuza. İlk önce hayatta kalmaya, pişman olmamaya alıştık. Kabullendik. Ölümlerin sebebi biz değildik; madem hayatta kalmıştık, yaşamalıydık. Sonraları yoksunluklar çarptı yüzümüze. Su, yemek, tuvalet gibi temel ihtiyaçlar el yordamıyla giderildi. Zorda kalsak bile kimseden bir şey isteyemeyen, kendimize yetmeye çalışan bizler, yardım almaya, kızımın deyişiyle “hediye almaya” alıştık. İlk anda bir çorap ve bir battaniye yetmişti bize ama zamanla yetersizlikler çoğaldı. İlk gün seralarda, sandalyelerin üzerinde ya da arabalardaydık; sonra, biz henüz ne yapacağını bilmez, şaşkın hâldeyken çadırlar gelmeye başladı. İnsan hayatı bir çadıra sığarmış, anladık. Televizyon olmadan da geçiyormuş zaman. İnsan beklentisini yüksek tutmamalıymış, öğrendik. Bir çorap ve bir battaniye yetiyormuş ısınmaya. Doğalgazsız, kombisiz... “Kahve içmeden asla evden çıkamam” diyen, zamansızlıktan içemeyince kahvesini termosuyla yanına alan bizler, günlerce, kahvenin kokusuna bile hasret kaldık. Ama yoksunluklar yüzünden ölmedik. Sonra, “üst akıllar”, çadırlara sığamadığımızı söylediler ve konteynırlar gelmeye başladı. Üç metrekarelik çadırlardan çıkıp, içinde tuvaleti, duşu, mutfak tezgâhı bile olan 21 metrekarelik konteynırlara girdik. Ne büyük lüks... Hâlbuki, daha iki ay öncesinde, en küçüğünün genişliği 150 metrekare olan evlerde yaşıyorduk.
Dört ayda aldığımız yol işte bu. Benim için korkutucu olan, kışın da böyle geçecek olması. Soğuk, yağmur, şubat...
Peki ya hafıza?
Dedim ya, geceleri yatarken “Sabaha kalkar mıyım?” diye düşünerek uyuduk ilk zamanlarda. Sonraları alışmaya başladık. Gördük ki, sabah uyanılıyormuş. Ne de olsa bunca yıllık hayatımızdaki binlerce geceden biriydi 6 Şubat. Bardağın dolu tarafını hatırladı hafızamız, yani kolay olanı. Depremin ‘şiddet’i hafızamızdan günlerce, gecelerce silinmese de, ne zaman gözümüzü kapasak o ânı hatırlasak da, zamanla yerini “Ne yaşadık biz?” düşüncesine bıraktı. Nasıl bir şiddetti o koca beton yapıları yerle bir eden? Şiddet hafızalarımızdaki gücünü kaybederken, gündüzleri hasarlı evlere girmekten korkmaz olduk. Ama hava karardığında o tedirginlik geri geliyor, kurtlar yine içimizi kemirmeye başlıyordu.
Artçılarda bile insan normalinden uzaklaşmıyor artık. Şimdi korkum, unutmak. Ama somutları değil soyut tarafta kalanları. Depremi yaşayanlar o gerçekliği kesinlikle unutmayacak, hafızalarımız o kadar da ‘nisyanla malul’ olmayacak ama bire bir yaşamayanların çoğu unuttu bile. Hem de İstanbul’da yaşadıkları hâlde.
Haftalarca seçim konuşuldu; o günlerde ‘orada’ yaşam mücadelesi sürüyordu. Seçim bitti, kabine de kuruldu. Bunlar konuşulurken, deprem bölgesinde birçok insan yoksunluklar içinde yaşamı yeniden inşa etmeye çalışıyor. Konteynırda iş kurmaya, kurduğu işe müşteri bulmaya çabalıyor.
Tıpkı ilk günlerdeki gibi, öngöremediğimiz ihtiyaçlar zamanla ortaya çıkıyor. Televizyonda bunları görmeyince orada hayatın normalleştiğini varsaymamak gerekiyor; orada insanlar, tanımlayamadıkları koca boşluklar arasında yollarını arıyor.
İstanbul’da inşaat mühendisleri, Şubat ve Mart aylarındaki kadar yoğun çalışmıyor şimdilerde. Uzman mühendisler bina bina gezip, birçoklarına “Eviniz riskli” dediler ve onları kaderleriyle baş başa bırakıp gittiler. Sözüm, “Ama şimdi ne yapabiliriz ki! Yıktıramayız da... Yeniden yapmaya çok para isterler, veremeyiz” deyip, yaşamlarına aynı şekilde devam eden, okullar kapanınca tatil için nereye gideceklerini düşünenlere. Gideceğiniz yerin deprem bölgesi olup olmadığını, kalacağınız yerin güvenli olup olmadığını bile umursamıyorsunuz. Hatırlatayım, deprem bölgesi sadece 6 Şubat’ın yaşandığı coğrafya değil. İçinden “Aman canım, abartma, böyle de yaşanmaz ki!” diyenler vardır mutlaka. Haklısınız, aslında belki de unutup yaşamak, kadere teslim olmak gerekiyor. Ama güvenli yaşam alanları kurmak için ısrarcı olmaz, bu direnci göstermezsek daha çok yıkımlar göreceğiz.
Bir deprem olursa İstanbul’un yüzde kaçının yıkılacağı öngörüleri konuşuluyor dost meclislerinde. İyimserler %25 diyor. Benimse gözümün önüne, zihnimdeki deprem simülasyonlarındaki yıkılmış binalar, kapanmış yollar geliyor. Peki, sizin öngörünüz nedir? O yıkılan yüzdenin içinde mi olacaksınız, kalan yüzdede mi? Ya da kolayını seçelim, “Hayat bir gün, o da bugün!” deyip boşverelim en iyisi.