Antakya’nın olmazsa olmazlarından biri de ‘bahur’dur – nazarı, kötülükleri uzaklaştırdığına inanılan kutsal tütsü... Antakya dışında hiçbir yerde karşılaşmadım ben bahurla; hatta, eskiden bunun sadece Ermeni kültürüne özgü olduğunu sanıyordum. Buraların özel bir şivesi de var; ben ‘Antakyaca’ diyorum buna, çünkü bilmeyen için anlaması zor. İlk şaşkınlığımı ‘konuşturmak’ kelimesini duyduğumda yaşamıştım.
Antakya’nın depremle nasıl yok olduğundan söz ettik, ediyoruz. Evet, binalar yok oldu, insanlar azaldı ama kültür farklı farklı şehirlerde de olsa devam ediyor. Antakya’da şartlar sınırlı ama hâlâ düğünler oluyor, bayramlar kutlanıyor; gelenekler devam ediyor. Bu yazıda bu kültürün ayrıntılarından bahsetmek istiyorum. Bunlar, yaşamı bir Antakyalıyla kesişmiş pek çok kişiye tanıdık gelebilir ama birçoklarını da şaşırtacaktır. Çünkü nevi şahsına münhasır bir yer Antakya, eski adıyla ‘Antiok’, Antakyalının diliyle ‘Anteke’.
Bu şehrin insanı için kahve vazgeçilmezdir mesela, ama her kahve değil, bol kavrulmuş, bol kaynatılmış Antakya kahvesi... Deprem sonrası İstanbul’a gidince eksikliğini hissettiğim ilk şey bu oldu. O telaşla yanıma almamıştım elbet. Neyse ki İstanbul’da Vakıfköylü çok, hemen çözülüverdi mesele, çünkü her Antakyalı kahvesini yanında taşır!
On yıl önce, Antakya’ya yerleşmemin daha ilk ayında alıştım bu kahveye. İstanbul’da tüketilen kahve az kavrulmuş ve köpüğü kaçmasın diye az kaynatılmış olduğu için çiğ tadı veriyor. İki kez kavrulmuş Antakya kahvesi ise uzun uzun kaynatılarak pişiriliyor. Aroması sert, kıvamı yoğun. Köpüksüzü makbul. Köpüklü yapılmışsa, defolu sayılıyor. Ve, çay bardağında içiliyor. Bunun nedenine dair rivayet muhtelif. Antakya kahvehanelerinin piri, tarihî Affan Kahvesi’nin internet sitesinde şöyle deniyor mesela: “1970 yıllarında Başbakan Bülent Ecevit Türkiye’de kahve satışını yasakladıktan sonra güvenlik birimleri kıraathanelere kahve baskınına gelirlerdi. Babamız Züheyr Sahilli kahveyi ufak poşetlere koyup önlüğünde saklardı… Fincanın yasak olmasından dolayı kahvenin cam bardağa koyulması ve bir baskın anında kahveyi içen müşterilerin ‘bu kahveyi evimden getirdim’ demesi yasal olduğundan polislerin bir şey yapamaması nedeniyle müşteriler artık cam bardaktan daha fazla zevk almaya başladı. Böylece kahve hem içim olarak hem de tutumu olarak cam bardakta sunulmaya devam etmiş oldu.”
Kahve misafire sunulurken “Hoş geldiniz” denir. Kahvenizi bitirip teşekkür edersiniz, bardağı masaya bırakırsınız, yine “Hoş geldiniz” denir. Veda vakti gelir, kapının önünde, aynı sözle uğurlanırsınız: “Hoş geldiniz.”
Bir nişan töreni sonrası bir arkadaşımın ‘tebrik’ine katılmıştım. Tüm davetliler gayet şık giyinmiş, evde hazırladıkları ikramlık yiyecekler getirmişlerdi. Gelin, nişan töreninde giydiği kıyafetlerle oturup onlarla sohbet etmişti. Benim katıldığım, tek günlük bir tebrikti ama bunun üç gün süreni de var. Bir de düğün sonrasında, birkaç gün (gelini görmeyen kalmayıncaya kadar) süren tebrik günleri var; bu kez gelin, gelinliği ve düğünde gelen takılarla karşılıyor misafirleri.
Çocuk doğunca hediyenizle ‘çocuk tebriki’ne, biri hasta olunca, kahve, meyve suyu vb. ufak bir ikramlıkla ‘geçmiş olsun’a gitmeniz gerekir. Gitmezseniz yadırganır, ayıplanırsınız.
Antakya, malum, çok kültürlüdür. Nüfus Aleviler, Sünniler, Hıristiyanlar ve Musevilerden oluşur ama bunların da alt grupları vardır: Türk Sünni, Arap Sünni, Nusayri Alevi, Arap dilli Ortodoks, Ermeni Ortodoks vb. Gelenekler, ayrıntılarda farklılıklar olsa da, tüm bu gruplarda temelde aynıdır.
Bölgede adak ve düğün yemeklerinin temel unsuru ‘hirisi’dir. Et ve buğday birlikte pişirilerek yapılır; kimi yerlerde ‘dövme’, Orta Anadolu’da ‘keşkek’, Antakya’da ‘aşur’, Samandağ’da ‘hirisi’, Vakıfköy’de ise ‘harisa’ olarak anılır. Yapımı masraflı ve zahmetlidir. İnsanlığın ilk yemeği olduğu söylenir; Hitit mutfağında bile yeri olduğu bilinir. Antakya’da Arap Alevi toplumunda Kurban ve Şeker bayramlarını herkes ortak kutlar ama her ailenin, yıl içinde adak adadığı gün farklıdır. Ve her aile, o kendi bayram gününde kurban kesip hirisi pişirir. Et sevmeyen biri olarak, Antakya’daki ilk zamanlarımda bu yemeğin kokusundan rahatsız oluyor, pişirildiği yerde duramıyordum ama alışmam uzun sürmedi; şimdilerde ben de o kokunun peşinden gidiyorum.
Antakya’nın olmazsa olmazlarından biri de ‘bahur’dur – nazarı, kötülükleri uzaklaştırdığına inanılan kutsal tütsü... Antakya dışında hiçbir yerde karşılaşmadım ben bahurla; hatta, eskiden bunun sadece Ermeni kültürüne özgü olduğunu sanıyordum. Ama buralarda pazarlarda bile bahur kapları, bahur hazırlamakta kullanılan kömür ve ‘günlük’ (günnük) bulunabiliyor.
Özellikle Samandağ’da, birçok genç erkek, evlendikten sonra eşini annesine emanet edip, çalışmak için Kuveyt vb. Arap ülkelerine gider ve memlekete ancak altı ayda bir gelebilir. Çocuklar babaya özlemle büyür. Antakya’daki ilk zamanlarımda, yakında evleneceğini söyleyen bir genç kıza “Eşin ne iş yapıyor?” diye sormuştum. “Yurtdışında çalışıyor” deyince, onun da yurtdışına gideceğini sanmıştım. “Yok” demişti, “ben kayınvalidemle kalacağım.” Bu durum beni öylesine şaşırtmıştı ki, “O zaman niye evleniyorsun ki? Annenle kal madem” deyivermiştim ben de. Bu sosyoekonomik gerçekliği anlayamayacak kadar ‘taze’ bir Antakyalıydım henüz.
Burada aileler koloni hâlinde yaşar; herkes bir aradadır, hatta aile apartmanları vardır. Bu gelenek toprak sahipliğinden gelir. Toprak bütün ailenindir ve ailenin tüm üyeleri yaşamını o toprakta sürdürür. Birçok semt, ismini ailelerin isimlerinden almıştır. Bu hayat biçimini de, küçük bir aileden geldiğim için, başlangıçta çok garipsemiştim ama şimdi çok normal buluyorum.
Gelelim dile... Buraların özel bir şivesi var; ben ‘Antakyaca’ diyorum buna, çünkü bilmeyen için anlaması zor. İlk şaşkınlığımı ‘konuşturmak’ kelimesini duyduğumda yaşamıştım. Bir arkadaşım bana “Gel, Hülya Hanım’ı konuşturalım” demişti; ben de içimden “Neden biz konuşturuyoruz ki? Hülya Hanım kendisi konuşamıyor mu?” diye geçirmiştim. Meğer “Gel, Hülya Hanım’la konuşalım”mış o cümlenin anlamı. Yani, birinin yanına gidip konuşmaya ‘konuşturmak’ deniyor Antakyacada.
Burada sıkça duyacağınız bir başka kelime de ‘kene’; anlamı, ‘ona, kendisine’. Mehmet Tanrıverdi’nin tamamen Antakya ağzıyla kaleme aldığı ‘Deli Hösün’ adlı bir kitap var. Daha sonra uzun uzun bahsetmek üzere, şimdilik kısaca değineyim: Kitap, bir Antakyalının günlük hayatını anlatıyor. Her okuyuşumda büyük keyif alıyorum. Antakya dışındansanız siz de benim gibi önce garipseyebilirsiniz bu ağzı, ama burada yaşadıkça dilinize yerleşiyor Antakyacanın çeşitli ögeleri. Bir bakmışsınız, siz de birine kızınca “Elleşme kene, ıstıfıl olsun!” (Dokunma, ne hâli varsa görsün) diyorsunuz.
Elbette, anlatabileceğim daha birçok ayrıntı var Antakya kültürü konusunda. Ama şimdilik bu kadarıyla yetinip, yazıyı şunu söyleyerek noktalamak isterim: Antakya’da binalar yok olsa da, sokaklar birbirine karışsa da, bu kültür yok olmaz; yine hirisi kazanları kaynar, tebrikler alınır ve insanlar birbirini konuşturmaya devam eder.