LORA BAYTAR ÇAPAR

Lora Baytar Çapar

MUTLU AZINLIK

Mevsimlerden sonbahar

Diyor ki takvim, “Bugün 6 Ekim. Depremin üzerinden sekiz ay geçti. Kış geliyor.” Peki biz buna hazır mıyız? Cevap çok net: “Hiç değiliz.” Doğruluğundan emin olduğumuz bir bilgiydi bu ve biz bu bilgiyi, bu hafta yaşayarak teyit etmiş olduk.

Sararmış yapraklarla sonbahar bizim için bu yıl hiç romantik değil. Yazın Akdeniz’in doğusunun kavurucu sıcağından sonra esen serin rüzgârlar ilk kez içimizi ferahlatmıyor. Manzara da zaten ilkokulda çizdiğimiz o ‘sonbahar’ konulu suluboya resimlerimize benzemiyor. Adım adım yaklaşan kışı hatırlatıyor tüm bu detaylar bize. Takvim de öyle. Diyor ki takvim, “Bugün 6 Ekim. Depremin üzerinden sekiz ay geçti. Kış geliyor.” Peki biz buna hazır mıyız? Cevap çok net: “Hiç değiliz.” Doğruluğundan emin olduğumuz bir bilgiydi bu ve biz bu bilgiyi, bu hafta yaşayarak teyit etmiş olduk. Üç gün üç gece yağmur yağdı, gök gürültülü ve şimşekli. Kimileri çok sever bu havayı. Düşünsenize; evinizdesiniz, elinizde sıcak kahvenizle, çayınızla, belki de bir kadeh şarap eşliğinde dışarıdaki havayı izliyorsunuz. Ne sıcak bir his oluşur kalbinizde – evde, güvende, rahat... Ama buralarda ortam maalesef böyle değil. 

Şimşekle aydınlanan gökyüzü deprem ışıklarını, gök gürültüsü bitmeyen sallantıların yarattığı yıkım seslerini hatırlatıyor. Bir de yağmur var elbette, o gecenin ıslaklığını hatırlatan. Hiçbir şeysiz sokakta kalma ânını, aczi ve yoksunluğu hatırlatan, sizi ıslatan, kaçamadığınız, kaçıp sığınacak yer bulamadığınız… Tüm bunlar bir de pazar gecesi yaşanınca, otomatikman 6 Şubat’a dönüyor hafızalar. Bunlar sadece, sıradan bir sonbahar yağmurunun, bu coğrafya insanının hafızasındaki yansımaları. Gelelim somut gerçeklere. Ben bildim bileli buralarda yağmur öyle akıllı uslu yağmaz. Çuvala doldurmuşlar da biri açmış çuvalın ağzını, tepemizden aşağıya silkeliyormuş gibi yağan, deli-durmaz bir yağmurdur buradaki. Buralarda istenen, beklenen bir şeydir yağmur. Altyapı sağlamken herhangi bir sorun yaratmazdı zaten; yağar, ıslatır, “İyi yağdı”, “Toprağı doyurdu” dedirip giderdi. Hep gökkuşağı da çıkardı arkasından, gülümseten... Şimdi, yağmur aynı yağmur ama maalesef altyapı da evler gibi enkaz altında. 

Pek çok yerde su, benim yaşadığım bölgede ise elektrik çok ciddi bir problem. Antakya’da yaşamanın bedellerini ödüyoruz ve sanırım hesabımız da epeyce kabarık. Evimizde elektrik tek faz çalışıyor. Normalde 220 watt olması lazım; ölçtürdük, aynı odada bir prizden 160 watt, karşı duvarın prizinden 330 watt elektrik alıyorsunuz. Yani makinenizin fişini bir duvardaki prize taksanız, gelen elektrikte makinenizi çalıştıracak güç yok, diğerine taksanız makineyi bir daha kullanılmaz hâle getirecek güçte bir akımla karşılaşıyorsunuz. Zaman zaman ampul bile çalıştıracak gücü olmuyor elektriğin, ampulün ışığı azalıp sönüyor, sonra kendi kendine yine yanıyor. Sürekli arıza kaydı oluşturuyoruz ama şehir bu hâldeyken sonuç almak pek mümkün değil. Buralarda, deyim yerindeyse yaşam gömleği dar geliyor. Bir düğmeyi gevşetiyorsunuz, diğeri de sıkmaya başlıyor.

Biz şanslıyız; evimizdeyiz, bardağın dolu tarafıyla teselli ediyoruz kendimizi. Konteynırlar içler acısı. Çoğu konteynır kentte, yağmur suları konteynırların içine kadar girdi. Eşyalar kullanılmaz hâle geldi. Elektrik sigorta kutularından damlayan suların videosu dolaştı elden ele. Hâlâ çadırda yaşayanlardan bahsetmeye ise dilim varmıyor.

Bir yandan doğa bizi mevsimsel mücadelesiyle baş başa bırakıyor, diğer taraftan şehir enkaz yığınlarına dönüşüyor. Sarı hafriyat kamyonlarıyla dolu yollar. Her kamyon bir evi, bir yuvayı, bir ailenin anılarını umutlarını götürüyor. Yıkımların yoğunluğu bu kamyonların kısa süre sonra hayatımızdan çıkacağını hatırlatıyor bana ve bununla avunuyorum. Doğrusu, yeni bir oluşum için bir an önce kalkmalı o binalar ortadan ama mantık çok kez devre dışı işte... Antakya’da son hız devam eden yıkımlarla, boşluklar büyüyor. Yollarda kayboluyorsunuz. Artık, o çok iyi bildiğim yollar, sokaklar değil bunlar; tarla gibi kocaman araziler… İş makinelerinin sesleri, pencereyi açınca duyduğumuz kuş sesleri kadar doğal oldu. Tıkır tıkır, saatlerce süren o seslerin ardından bir toz bulutu kaplıyor gökyüzünü. Ve şehrin silüetinden bir göç daha... İşte, evin manzarasından bir başka detay...

Yıkımların Aralık ayına kadar bitirileceği söyleniyor. O zaman hayat normale dönecekmiş gibi bir his... Ama gerçek şu ki yıkımlar bitse bile normal yok buralarda, hem de çok uzun bir süre. Beklemek boşa