Yarasa gücü / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Neyin protesto edildiğini anlamama yetecek kadar bile Türkçem yoktu ama yine de gösteriyi takip edip fotoğraf çekmiştim; bu kare o günden. İstanbul’a yeni yerleştiğim dönemde bana her şey fotoğraflamaya değer geliyordu. Haftada bir-iki gün fotoğraf makinemi alıp Beylikdüzü’nden Taksim’e gidiyor, bu gezilerimden büyük bir keyif alıyordum. Cuma günlerini hiç sektirmiyordum, çünkü haftanın Agos’u o gün çıkıyordu ve Tünel’deki küçük kitapçıda bulunuyordu. Şehirde olup bitenleri gazetenin dört sayfalık Ermenice bölümünden takip etmeye çalışıyordum; yeterli olmuyordu ama cemaat içinde ve kültür alanında olup bitenlerden ancak bu şekilde haberdar olabiliyordum. İki katlı otobüsle iki saat gidiş, iki saat de geliş, zor oluyordu; hatta eve varmam bazen üç saati buluyordu. Ama yine de her cuma, çektiğim onlarca kare ve haftanın gazetesiyle eve dönüp, o dört sayfayı satır satır okuyordum. Sonraki günler, eşim Türkçe sayfalardaki bazı yazıları ve haberleri İngilizceye çeviriyordu benim için. O günlerde Taksim’de her zaman, gece gündüz, ilginç bir şeyler olurdu – siyasi, sosyal ya da kültürel meselelerle ilgili protesto gösterileri, anma toplantıları... On yıl önce çektiğim karelere baktığımda birçok ünlü sanatçı, yazar ve siyasetçi görüyorum. O zamanlar bu kişilerin kim olduklarını bilmiyordum. Fotoğrafçılar çalışırken içgüdüleriyle hareket ederler. Mesela bazı yüzler görürsünüz, içinizden bir şey size onların fotoğrafını çekmenizi söyler; sonra aradan yıllar geçer, o karelere bakıp “Vay be, kimi çekmişim!” dersiniz. Şimdi bu fotoğrafa bakarken, o gün afişlerde ve pankartlarda ne yazdığını anlamadığımı hatırlıyorum. ‘Yarasa’ ve ‘soykırım’ın ne demek olduğunu bilmiyordum. Sadece ‘hayır’ kelimesini anlamış, bir de pankartlardaki yarasa çizimini seçebilmiştim. Ama bunun önemi yoktu; benim derdim, yüzünde yarasa maskesi olan kızın fotoğrafını çekmekti.

Yarasalar bana hep ilginç gelmiştir. Çocukluk kahramanlarımdan biri de Batman yani Yarasa Adam’dı. Altı yaşlarındayken yaşadığım bir de yarasa macerası var. Kamışlı’da, yaz sonlarında her gurup vakti gökyüzü yarasalarla dolardı. Güneş batınca birden bire yüzlercesi, binlercesi ortaya çıkar, evimizin damının üzerinde her yöne uçuşmaya başlarlardı. Neyin peşindeydiler, hiçbir fikrim yok ama o kadar çok yarasanın öyle büyük bir hızla zikzaklar yaparak uçması, son derece kaotik bir manzara oluştururdu. Çarpışmalarına ramak kalırdı ama ben böyle bir şeye hiç tanık olmadım; hep son anda dümeni yana kırar, birbirlerine değmezlerdi. Çok bilmiş bir arkadaşım, “Yarasalar kördür, o yüzden akşam karanlığında çıkarlar” deyince, konu benim için daha da etkileyici bir hâl almıştı. Söylediğinin ne kadar mantıksız olduğunu anlamamıştım tabii. (Madem körler, hava karanlık olmuş, aydınlık olmuş, ne fark eder ki?) Her neyse; bir gün de bir başka arkadaşım, savaşta ağır yara almış bir cengâverle ilgili bir masal anlattı. Adam sürünerek bir mağaraya girip orada ölümü beklemeye başlamış ama ölmemiş, hatta daha da güçlenmiş, çünkü yarasalar ona bakmış, kanatlarının içinde mağaraya su taşıyıp ona içirmişler. Su, yarasaların kanatlarında kuvvet iksirine dönüşüyormuş. Bu müthiş hikâye günlerce zihnimden çıkmadı. Yarasaların kanatları ve sihirli suyla ilgili bölüme kafayı takmıştım. Ve bilin bakalım ne oldu? Bir akşamüstü bir plan yaptım. Günbatımında dama çıktım, annemin çamaşır asarken kullandığı sopayı alıp yarasaları beklemeye koyuldum. Geldiklerinde sopayı havada savurmaya başladım; rastgele, her yana sallıyordum. Tabii, uzun süre ıskaladım; kaçıyorlardı. Zavallı hayvanlar çok korkmuşlardı, çığlığa benzer sesler çıkarıyorlardı. Fakat sonunda birine isabet ettirdim sopayı. O kadar heyecanlanmıştım ki... Ölü yarasayı aldım, aceleyle merdivenlerden inip mutfağa yöneldim. Annem koştuğumu görünce “Ne oluyor?” diye sordu; yarasayı gömleğimin altına gizleyerek, her şey yolundaymış gibi yaptım. Ama yarasayı elimde tutmak, o tuhaf, tüylü derisine değmek içimi ürpertiyordu. Mutfağa girer girmez musluğu açtım, yarasanın kanatlarından birini gerip suyun altına tuttum. Kanat zarında biraz su birikti. Suyu içmek için kanadı ağzıma yaklaştırdım. Yarasanın yüzünü o kadar yakından görünce kötü oldum; ağzı, gözleri, bir bütün olarak yüzü çok korkunçtu. Titremeye başladım, neredeyse vazgeçecektim. Neredeyse… İnsanın hayatta ancak bir kez yakalayabileceği böyle bir fırsatı kaçırıp ileride pişman olacağım düşüncesiyle telaşa kapıldım. Gözlerimi kapayıp, suyu höpürdeterek içiverdim. O tüylü yüzeydeki suyu yalamak o kadar iğrenç bir histi ki… Bu satırları yazarken bile içim kalktı.  

                                                                                                                               İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında