Pınar Selek neden hedef seçildi, Selek kimdir?

İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, 9 Şubat 2011'de beraat kararı verdiği Pınar Selek davasında, Yargıtay’ın bozma kararı üzerine görüşünü değiştirdi ve yaklaşık iki yıl sonra ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmetti. Oyçokluğuyla alınan karar uyarınca Selek hakkında yakalama emri de çıkarıldı. Peki, Selek kimdir, neden hedef seçildi?

Sosyoloji çalışmalarını sokak çocukları, travestiler gibi toplumun dışlanan kesimleri, iktidar mekanizmasının üretim yöntemleri ve barış mücadelesi gibi özel konulara yoğunlaştıran ve bilimsel çalışmalarını aktivist faaliyetlerle de perçinleyen Pınar Selek’in hedef olarak seçilmesi süreci 1997’de Kürt sorunu ile ilgili araştırması ile başladı. Savaş koşullarını ve neden bir türlü barışılamadığını anlamak ve anlatmak üzere konunun muhataplarıyla görüşmesi, dönemin koşullarında cesur ama bir o kadar da tehlikeli bir adımdı.

Bu süreçte 11 Temmuz 1998’de Emniyet Müdürlüğü’nce gözaltına alınan Pınar Selek, görüştüğü kişilerin isimlerini vermediği için ağır işkence gördü ve araştırmasına el kondu. Pınar Selek aleyhine içeriği doğru olmayan sahte tutanaklar düzenlendi. Tutanaklarda, kendisi gözaltına alınmadan önce imha edilen patlayıcı ve malzemeler, sokak çocukları için kurduğu atölyede bulunmuş gibi yansıtıldı.

Çeşitli komploların, ‘andıç’ların gündeme geldiği 1998 döneminin konjonktüründe kurban olarak seçilen Pınar Selek, önce; konuya eğilecek tüm araştırmacılara ve aydınlara gözdağı vermenin sembolü haline getirildi. Pınar Selek’in tahliye olduktan sonra da geri çekilmeyip barış faaliyetlerine, kadın hareketine ve bilimsel çalışmalarına ağırlık vermesi ise tehdit, saldırı ve mahkeme sürecinin uzatılması üzerinden yürütülen komployu pekiştirdi.

Dava nasıl gelişti?

Pınar Selek için ‘örgüte üye olmaktan ve patlayıcı madde imal etmek’ten açılan ilk dava ile ilgili, sokak çocukları atölyesinde bulunduğu iddia edilen patlayıcıların daha önceden polisin elinde olduğu, sahte belge düzenlendiği, olay yeri inceleme raporunun tarihiyle ortaya çıktı. Ancak bu kez de Ümraniye Cezaevi’nde tutukluyken, bir buçuk ay önce meydana gelmiş Mısır Çarşısı Patlaması ile ilişkilendirildiğini televizyon ekranlarından öğrendi. Komplo büyüyerek devam ediyordu.

Oysa 9 Temmuz 1998’de meydana gelen Mısır Çarşısı patlamasından iki gün sonra ve patlama ile ilgili geniş çaplı soruşturmanın yapıldığı bir süreçte gözaltına alınan Pınar Selek’e patlama ile ilgili tek bir soru dahi sorulmamıştı. Bu durum, Pınar Selek’in üzerine yıkılmak istenen bir komployla karşı karşıya olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmaktaydı.

‘Bomba olduğuna dair bulgu yok’

Mısır Çarşısı’nda meydana gelen patlamadan hemen sonra hazırlanan 13 ve 14 Temmuz 1998 tarihli Polis Olay Yeri İnceleme tutanakları ve Kriminal Polis Laboratuvarı Müdürlüğü Ekspertiz Raporu’nda bomba bulgusu bulunmadığı belirtilirken 20 Temmuz 1998 tarihli Polis OIay Yeri İnceleme Sonuç Raporu’nda da “Bombaya ait herhangi bir bulgu yok” dendi. Suçlamaya tek dayanak olarak örgüt üyesi Abdülmecit Öztürk’ün “Mısır Çarşısı’na Pınar Selek ile bomba koyduk” şeklindeki polis ifadesi gösterildi. Bu suçlamalarla ilgili Pınar Selek için açılan ikinci dava daha sonra ilkiyle birleştirildi.

22 Aralık 1998’de Öztürk ve Selek hakkında Mısır Çarşısı’na bomba koymaktan açılan davanın duruşmasında Abdülmecit Öztürk ve diğer sanıklar, ağır işkence gördüklerini, Pınar Selek’i tanımadıklarını açıkladılar. Bu arada Mahkeme’nin tayin ettiği üç uzman profesörün raporunda da patlamanın kesinlikle bomba değil, tüp gaz kaçağından olduğu 21 Aralık 2000’da tescil edildi.   

Yerel Mahkeme, 2,5 yıl sonra 22 Aralık 2000 tarihinde Pınar Selek’in tahliyesine karar verdi. Tahliye üzerine dönemin İçişleri Bakanlığı ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü, bu tahliyeden rahatsızlıklarını belirten 19 Nisan 2001 tarihli bir yazıyı Mahkeme’ye yolladılar. Aynı kurumlar bu yazıyla birlikte, davanın tarafı olmadıkları ve Mahkeme’nin de bir talebi bulunmadığı halde, patlamadan yaklaşık 3 yıl geçtikten sonra  “Patlama bombadan kaynaklanmıştır” şeklindeki imzasız ve tarihsiz yeni bir raporun dosyaya girmesini sağlayarak Mahkeme’den yeniden bilirkişiye gitmesini istediler.

Mahkeme, her ne kadar raporu yasal delil olarak kabul etmese de, bu kurumların talebi doğrultusunda yeniden bilirkişiye gitti. Bu noktada da yargının bağımsızlığı ilkesine açıkça müdahale edilmiş oldu.

04 Temmuz2002 tarihli, patlamanın menşeinin tespiti konusunda uzmanlıkları olmayan jandarmaların mütalaaları ile hazırlanan raporun da deliller üzerinde karartma yapılarak hazırlandığı ortaya çıktı. 10.07.2002’de Mahkeme’nin tayin ettiği bilirkişinin raporu, gaz kaçağı patlamasını teyit ederken dosyaya giren 21 Kasım 2002 tarihli ve ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölüm Başkanlığı’nın hazırladığı son rapor da gaz kaçağı tespitine katıldığını açıkladı.

08 Haziran 2006’da İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Pınar Selek hakkında Mısır Çarşısı patlamasına ilişkin ‘ceza verilmesine gerektirir kesin ve inandırıcı delilin elde edilemediğine’ dair ilk beraat kararını açıkladı. Bu karar Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından 17 Nisan 2007 tarihinde ‘hüküm kurulmadığı’ gerekçesiyle bozuldu.

Mahkeme: ‘Selek’in yaptığına dair inandırıcı delil yok’

Yeniden yapılan yargılama sonucunda, 23 Mayıs 2008’de İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, eski kararını tekrar ederek, Pınar Selek hakkında Mısır Çarşısı patlamasına ilişkin olarak beraat ile yardım yataklık ile ilgili suçlamadan da ‘zamanaşımından davanın ortadan kaldırılmasına’ karar verdi. Mahkeme kararında, Selek’le ilgili örgüt üyesi olduğuna dair iddiaları da inandırıcı bulunmadı. Böylelikle Pınar Selek ikinci kez beraat etti.

Tüm bu yıllar boyunca Abdülmecit  Öztürk’ün soruşturma aşamasındaki işkenceli, avukat yardımından faydalanılmadan alınan ifadesi Mısır Çarşısı suçlaması ile Pınar Selek arasında doğrudan kurulan tek bağ olarak kaldı. Ayrıca Öztürk hakkında aleyhte temyiz yapılmadığından, kendisi hakkında Mısır Çarşısı patlamasına ilişkin verilen beraat kararı kesinleşti. Ancak Öztürk’ün ifadesine dayanılarak Pınar Selek için müebbet ceza isteminde bulunulmaya devam edildi.

Yargıtay Başsavcısı, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin beraat kararının bozulması kararına karşı Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nda itiraz ederek, beraat kararının onanmasını istedi. 9 Şubat 2010’da Yargıtay Ceza Genel Kurulu (YCGK) 17’ye karşı 6 oyla, Yargıtay Başsavcısı’nın itirazını reddederek Pınar Selek için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istedi.

Bu arada Berlin’deki Überleben İşkence Kurbanları için Tedavi Merkezi de Ağustos 2010 tarihinde hazırladığı özel bir bilirkişi raporuyla Pınar Selek’in gözaltı süresince gördüğü işkence ve bu sürecin bıraktığı etkileri resmen tescil etti. Uzun ve adil olmayan yargılama sürecindeki uygulamalarıyla Pınar Selek’in mağduriyetinin daha da artarak devam etmesine yol açan bu dava; işkence, adil olmayan yargılama ve ifade hürriyetine riayet edilmemesi nedeniyle tedbir, adil bir şekilde yeniden yargılanma ve tazminat talepleriyle şimdiden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşındı.

YCGK gerekçeli kararında, dosyanın adil ve doğru bir şekilde özetlenmeyerek savunma argümanlarına hiç yer verilmemesi, hukuka aykırılıklar, sahtelikler ile soruşturma aşamasında ifade alış yöntemi ve usulsüzlüklere ilişkin itirazların tartışılmayıp yok sayılması dosya içeriğine aykırı, hukuki ve bilimsel olmayan iddialarla Pınar Selek aleyhine hüküm kurulması, davanın hukuki değil, siyasi bir dava haline getirildiğini bir kez daha gösterdi.

Davadaki hukuksuzluklar, mahkemeye yönelik açık müdahale ve baskılar ile Türk adalet sistemindeki aksaklıklar birleşince, Pınar Selek ağır hak ihlalleriyle karşı karşıya kaldı. Verdiği hukuk mücadelesi kamuoyu tarafından duyarlılıkla izlenen, ulusal ve uluslararası pek çok kurum, örgüt, aydın desteğini alan Pınar Selek’in davası bugün kamuoyu tarafından, adalet talebinin bir simgesi olarak görülüyor. 

Pınar Selek kimdir?

Sosyolog, araştırmacı, yazar. 1971’de İstanbul ‘da doğdu. Notre Dame De Sion Lisesi’den sonra 1996’da Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümünü ‘Babiali’den İkitelli’ye, Mürekkep Kokusu’ndan Plazalara’ başlıklı teziyle, birincilikle bitirdi. Aynı üniversitede sosyoloji yüksek lisansını tamamladı. Fransa’da Sophiantipolis UDEL Üniversitesi’nde ekonomi-politik dersleri aldı. Üniversite yıllarında sokak çocukları, seks işçileri, Romanlar ve eşcinsellere ilişkin çalışmalarıyla dikkati çekti. Amargi Kadın Dayanışma Kooperatifi kurucularından olan Selek, barış mücadelesi, antimilitarizm, insan haklarıyla ilgili çalışan birçok STK ve harekete destek vermekte ve Amargi Feminist Teori Dergisi editörlüğünü yapmaktadır.

Selek'in EZLN Zapatist hareketin bildirileri ve Marcos'un mektuplarından oluşan Ya Basta! Artık Yeter adlı çeviri/derleme çalışması 1996’da Belge Yayınları'ndan çıktı. Ülker Sokak'ta travesti ve transseksüellerin dışlanmasını konu alan ‘Maskeler’, ‘Süvariler’, ‘Gacılar’ adlı araştırması 2001’de Aykırı Yayınları’ndan; barış mücadelesinin ve sol muhalefetin yaşadığı sorunların ele alındığı Barışamadık 2004’te İthaki Yayınları’ndan basıldı. 

2008’de İletişim Yayınları’ndan çıkan ve erkekliğin iktidar aracı olarak oluşumunda askerlik hizmetinin rolünü inceleyen ‘Sürüne Sürüne Erkek Olmak kitabı Zum Mann Gehätschelt, Zum Mann Gedrillt başlığıyla 2010’da Orlanda Yayınevi tarafından Almanca olarak yayımlandı.  Pınar Selek’in ayrıca Su Damlası (2008,Özyürek Yayınları), Siyah Pelerinli Kız (2009, Şahmaran Yayınları) ve Yeşil Kız (2010, Özyürek Yayınları) başlıklı üç de masal kitabı bulunmaktadır. Pen Dünya Yazarlar Birliği’nin bursuyla, Almanya’da kitap çalışmalarını sürdürmekte olan Pınar Selek halen Strasbourg Üniversitesi’nde ‘Sciences Politiques’ alanında doktora çalışmasını sürdürmektedir.

Pınar Selek’in savunmasından

“Hukuki dilde adı ‘savunma’ olan bu metni çeşitli suçlamalara karşı kendimi savunmak için değil, uzun süredir yaşadığım kuşatılmaya karşı onurumu, kişiliğimi, hayatla kurduğum ilişkiyi ve özgürlük arayışımı nasıl savunduğumu anlatmak için size sunuyorum.

Özgür, ahlaklı, mutlu bir yaşam nasıl mümkün olabilir sorusu, çocukluğumdan beri beni meşgul ediyordu. Bu sorulara yanıt bulmak, toplumu, kendimi anlamak ve özgürlük alanımı genişletmek için sosyoloji okudum… Doktorlar gibi, sosyologların da toplumsal yaralara el sürme kabiliyetinde olması gerektiğine inanıyordum. Travestilerin Ülker Sokak’tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu Yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra, “alacağımı aldım” deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım. Bırakmadım da. Çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığım ve her biri, farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, ortak bir atölye çalışmasında yer aldım: Sokak Sanatçıları Atölyesi.

Atölyemiz küçücüktü ama üretkenliğiyle etkisini büyütüyordu. Günde onlarca kişinin girip çıktığı, kapısı hep açık, gece bazen evsiz kalan travestilerin ve sokak çocuklarının yattığı bu atölye, aynı zamanda bir başvuru, bir kaynaşma mekânıydı. Kim olursa olsun, dara düşen bize uğruyordu. Önceden dışlanma nedeniyle saldırganlaşan insanlar, kendilerine ve başkalarına güvenmeyi, atölyemizde öğrendiler. Sanatın ve paylaşımın gücü sayesinde, tineri ve fuhuşu bırakanlar oldu. 

Ve olan oldu. Tam kök salmaya başladığımız sıralarda şu meşhur komplonun içine düştüm ve baş artisti oldum. Mısır Çarşısı komplosu, öncelikle bizim çamurdaki gönül bahçemize, çöldeki kaynağımıza bir saldırıydı. Kapısı hep açık olan, giren çıkanın belli olmadığı Beyoğlu’nun orta yerindeki mekânımız bombalarla damgalanınca ve oradaki en etkin kadın, bombacı olarak sergilenince, hep tehlikelerle boğuşan insanların umutları da tuz buz oldu…

Peki ya, benim açımdan, neler oldu? Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.

‘Araştırmam bombaya dönüştürüldü’

Gözaltına alındığımda ilk önce benden, araştırmamda konuştuğum insanların ismini istediler. Yıllardır suça itilen insanlarla ilgili araştırmalar yaptığımı ve hiçbirine ait bilgileri polise vermediğimi söyleyerek istediklerini yerine getirmedim. Bu arada araştırmamı inceliyorlardı. Sonra birdenbire araştırmam yok edilerek bombaya dönüştürüldü. Araştırma yaparken militanlara yardım ettiğim, bombalarını sakladığımı iddia ettiler. Yani anti militarist bir araştırmayı bombaya dönüştürdüler. İşyerim sandıkları atölyede ve benim üzerimde patlayıcı bulunduğunu söyleyerek işkenceyi yoğunlaştılar.

Araştırmamın yok edilmesi, bana acı verdi. Ama en kötüsü yaraya el sürmeye çalışan bir tutumun bu şekilde cezalandırılması daha sonraki teşhis ve tedavi çabalarına yönelik de bir gözdağı oldu. Benim şahsımda, bağımsız bir duruş arayışında olan kadınlara ve erkeklere bir işaret çakıldı. Sosyologlara, sosyal bilimcilere, aktivistlere parmak sallandı. Ben, bir sembol olarak seçildim.

Ben kendimi korudum, kuşatmaya, lanetlenmeye karşı varlığımı savundum. Bu komplo beni zayıf düşürmedi ama ülkemiz açısından, tarihin tekerrürüne hizmet etti. Elimden alınan araştırma, tüm eksikleriyle birlikte, yaşadığımız sorunları, milli güvenlik siyasetinin dışında bir bakışla analiz etmenin yollarını arıyordu. 

Yanlışlık ya da doğruluk ayrı meseledir. Ama bir olgu eğer gerçekse, önemli olan bu gerçekliği derinlikli tanımlamaktır… Son yirmi yıldır yaşadığımız şiddet ortamını da böyle ele almak zorundayız. Sorunları aşmak, onların anlaşılmasına bağlıdır, anlaşılması için ise araştırmak gerekir. Ben, iyi niyetli en küçük bir çabayla bile iyileşeceğimize inanıyorum. Ama bitiremiyoruz. Ve suyun kirlenmesini, havasız kalışımızı sadece izliyoruz…”

(agos.com.tr)