Ruhi Baki ve Rudyard Kipling

Abdullah Ataşçı, bu hafta hayatı öğrencilerine en sert ve en asık suratlı haliyle öğretmeye çalışan öğretmen Ruhi Baki ile hayatı edebiyattan ve şiirden öğrenmeye çalışan öğrencisinin yıllar sonra anılarda buluşmasının hikayesini anlatıyor.

Kipling'in My Boy Jack (Oğlum Jack)
adlı filminden bir sahne

Abdullah Ataşçı

Ortaokul üçüncü sınıftayken sevmediğim derslerin başında Güzel Konuşma ve Yazma dersi gelirdi. Bu dersin, bizi adam etmek için müfredata özellikle konulduğunu düşünürdüm. Böyle düşünmemin nedeni, ilk dönem bu derse gelen Ruhi Baki adındaki öğretmenimizdi. Oldukça yakışıklı biriydi. Dimdik yürür, sınıftakileri bir kartal gibi tepeden süzer; hiç konuşmadan sıraların arasında, sanki çok önemli şeyler düşünüyormuş gibi gidip gelirdi bir zaman. Hep ciddiydi, hiçbir öğrencinin adını bilmez, kimseyle ders dışı konularda asla konuşmazdı. Böyle olunca yüzünün kaslarının gevşediğini de bir türlü göremezdik tabii. Ama onu sevmememizin asıl nedeni bizi işe yaramaz, toplumda nasıl davranılması gerektiğini bilmeyen kişiler olarak görmesiydi. Bu yüzden herhangi bir kitabı olmayan bu derste bize sofrada nasıl oturulması gerektiğinden tutun, çatalı hangi elle tutmamız gerektiğinden, sokakta karşılaştığımız tanıdık bir bayana (onun sözüydü bu) nasıl yaklaşmamız gerektiğine kadar daha bir sürü adab – ı muaşeret kuralını öğretmeye çalışırdı. Haksız da değildi hani, öğretmeye çalıştığı kuralları çoğumuz bilmiyorduk hatta bu davranışların birer kural olduğundan bile haberimiz yoktu. Şehrin mecburiyet caddesi denilen Hürriyet Caddesinde ellerini arkalarında kavuşturmuş ve parmakları arasında sallanıp duran tespihleriyle bir aşağı bir yukarı gidip gelen, karşılaştıkları her kıza ve kadına yiyecekmiş gibi bakan; akşama doğru Hüseynik ile Mornik mahalleleri arasındaki toprak sahalarda, bağıra çağıra neredeyse birbirinin gırtlağına sarılarak küfürler eşliğinde futbol oynayan; sevinçlerini,  üzüntülerini herkese abartılı bir şekilde boyunlarının borcuymuş gibi göstermek için uğraşan ağabeylerimizin kuralları, Ruhi Baki’nin öğretmeye çalıştığı kurallardan çok daha geçerliydi bizim için…  Böyle olunca, yani öğretmenimizin öğretmeye çalıştığı kuralları öğrenmek için çaba göstermeden onun gözlerinin içine üç buçuk ay bomboş baktığımızdan olacak bir gün çok sinirlendi. O an, her zaman gergin olan yüzü biraz daha uzamış ve genişlemişti. Kıvılcımlar saçan gözleriyle nefret edercesine bakıyordu bize. Adab –ı muaşeret kurallarının silinip gittiğini hemen anlamıştık, bunu bize sadece görüntüsüyle değil ağzından çıkan küfürlerle de göstermek istiyordu. Bir süre sonra da garip bir dayak faslı başladı. Yine de bu dayak, dayakçı denilen ünlü öğretmenlerin attığına pek benzemiyordu. Sanki dayaktan dolayı eli kirlenecek ve bu lekeyle yaşamak zorunda kalacakmış gibi tuhaf bir edayla tokatlıyordu bizi. Onun bu hali, canımızı acıtacağı yerde bizi eğlendiriyordu. Bu yüzden birkaçımız gülerek tuhaf sesler çıkarmaya başlamıştık. Çıkardığımız sesler sinirini büsbütün bozmuş olacak ki, dönem sonunda, koluna taktığı İngilizce öğretmenimiz Nimet Baki’yle birlikte, bizi bırakıp gitmişti. Onun gidişiyle görgü kurallarının çoğunu öğrenemeden büyümek zorunda kaldık ne yazık ki…

            İkinci dönem bu dersi daha güler yüzlü, halimizden anlayan Türkçe öğretmenlerinden Yusuf Kuyucu’ya verdiler. Ruhi Baki gibi görgü kuralları konusundaki eksikliklerimizi giderip bizi adam etmeye çalışmadı Yusuf Kuyucu. Ama Türkçe dersinde işlemekten yorgun düştüğümüz sıfat, zamir, zarf, ismin halleri, büyük, küçük ünlü uyumu ve daha bir sürü dilbilgisi konusunu işleyerek bizim daha büyük kusurlarımızı gidermeye, hiç olmazsa örtmeye çalıştı.

            Ortaokulu bitirdiğim yazdı. Evde, ağabeyimden kalan birkaç düzine kitabı karıştırıyordum. 12 Eylül darbesiyle beraber hayatımızdan çıkıp çok uzağa gitmişti ağabeyim. Bu kitaplardan birkaçını daha önce okumuştum. Bunlardan biri beni çok etkileyecek olan Alex Halley’in kendi kökenlerini on iki yıl araştırdıktan sonra yazdığı Kökler’di.  Bir diğeri İnce Memed’in 1. cildiydi. Vitrindeki iki gözün birinde romanlar, siyasi içerikli kitaplar yer alıyordu. Diğer gözde ise ağabeyimin ciltlettiği Yankı ve Arayış dergileri vardı. Dergiler, bu zamana kadar pek ilgimi çekmemişti. Rastgele bir cilt çekip sayfalarını karıştırmaya başladım. Yankı dergisinin son sayfaları özellikle ilgi çekiciydi. Uzun bir süre Yankı dergilerinin son sayfalarını pür dikkat okudum. Bir cildi daha çıkarırken arkaya düşmüş ders kitabı boyutundaki bir kitap dikkatimi çekti. Kitabın kapağı yoktu. İç kapağında ise Güzel Konuşma ve Yazma, Yardımcı Ders Kitabı yazılıydı.  O zamana kadar bütün ders kitaplarımızın üzerinde MEB’in amblemi vardı oysa bunun üzerinde böyle bir amblem yoktu.

Rudyard Kipling

            Birkaç gün, Ruhi Baki’nin öğretmeye çalıştığı kurallarla karşılaşacağımı düşünerek kitabı açmadım.  Ancak yaklaşık bir hafta sonra elim yine bu kitaba gitti ve bu defa hiç acele etmeden okumaya başladım. Kitabın içeriğindeki konular, Ruhi Baki’nin anlattıklarına pek benzemiyordu. Yazın türleri hakkında bilgiler ile bu türlere uygun çok sayıda örneklere yer verilmişti. Melih Cevdet Anday, Haldun Taner, Necip Fazıl Kısakürek, Montaigne, Homeros, Heine, Rimbaud, Rudyard Kipling, Edgar Allan Poe isimlerine ilk kez bu kitapta rastlıyordum.  Kitapta karşılaştığım Necip Fazıl’ın Kaldırımlar, Heine’nin Harz Dağları ve Kipling’in Eğer adlı şiirlerini birkaç günde ezberlemiştim. Bu şiirlerin şairlerinin nereli olduğunu, başka neler yazdıklarını, nasıl insanlar olduğunu hiç merak etmiyordum. Ama şiirler aklımı başımdan almıştı. Özellikle Eğer şiiri… Önüme gelene bu üç şiiri okumak için bahaneler yaratıyor, mahcup bir ses tonuyla okuyor, karşımdakiler sıkılsalar bile ben dinlemek zorunda kalıyorlardı. Şiiri sevmenin baş edilmez bir şey olduğunu evde rastlantı sonucu bulduğum bu kitap sayesinde öğrendim.

            Aradan geçen yıllarla Ruhi Baki’yi de ortaokul üçüncü sınıfta yaşadıklarımı da Güzel Konuşma ve Yazma yardımcı ders kitabını da unutmuştum. Geçen gün tesadüfen izlediğim Oğlum Jack adlı film olmasaydı, kim bilir zihnimin bir yerinde uyuyakalan bu anılar ne zaman uyanırdı? 2007 yapımı böyle bir filmden haberim olmamıştı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında geçen film Rudyard Kipling’in Jack adındaki oğlunun, Almanya’ya karşı, İngiltere’nin onurunu korumak için orduya katılma mücadelesini ve orduya katıldıktan sonra yaşananları anlatıyor. Filmin ilgimi çekmesinin nedeni Kipling’ti. Filmin ortalarına doğru önce Eğer şiirinin yazılı olduğu Güzel Konuşma ve Yazma kitabını bulduğum o yaz mevsimini hatırladım. Sonra kitabı ve Ruhi Baki’yi, en sonunda ise onun bizden çeke çeke götürdüğü Nimet Baki’yi… Hatırama dolanlardan olsa gerek filmi izlerken bazı yerleri kaçırdım, bazı yerlerinde ise hatırama dolanları kovmaya çalıştım.  Filmde, Jack gözleri bozuk ve on sekiz yaşından küçük bir delikanlıdır. Almanların olası saldırısına karşın önce donanmaya girmek ister ama gözleri bozuk olduğu için buraya kabul edilmez. Bunun üzerine oğlu ve Kipling oldukça üzülürken anne ve kız kardeş ise için için sevinirler ( Kadınları sevmemiz için ne çok nedenlerimiz var aslında.). Kipling, İngiltere’nin korunması için bütün gençlerin askere yazılmasını, yazılmayanların toplumda dışlanmasını yüksek sesle herkese duyurmakla mükellef tutmuştur kendini. Şairimizin, kraliyet ailesiyle ve üst rütbeli askerlerle ilişkilerinin son derece iyi olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bundan yararlanarak Kipling, oğlunun orduya alınması için nüfuzunu kullanmaya karar verir. Sonunda Jack karacı olarak orduya alınır ve kısa bir dönem eğitim gördükten sonra da subay olarak cepheye gönderilir. Jack’ın orduya katılma isteği aslında kendini yetersiz hissetmesinden kaynaklanmaktadır. Böyle hissetmesinin nedeni babasının, güçlü ve baskın karakteridir. Askeri üniformasını giydiğinde amacına ulaşmış biridir artık. Öleceğini bile bile cepheye gider. Annesi ama özellikle kız kardeşi ölüm haberini öğrenince yıkılırlar. Kipling de yıkılır elbet ama onun sığınacağı şiir vardır hiç yoksa. Oğlu için yazdığı şiiri filmin sonunda bir hastalıktan dolayı küçük yaşta oğlu ölen bir komutana yüksek sesle okur.

            Bir şairin, bu şair,  Beyaz Adamın Laneti adlı bir şiirinde, “Sırtlan beyaz adamın yükünü / dök ortaya en iyi mahsulünü / Gönder oğullarını sürgüne / Efendilerinin istediği hizmete” dizelerini yazmışsa, bir ülkenin bütün gençlerinin savaşa gitmesi gerektiğini söyleyemez, özellikle çocuğunu kendi eliyle göndermek için uğraşmaz diye düşünürüm.  Büyük İngiliz ailesini kendi küçük ailesinden daha büyük göremez… Bir şair ya da yazar ya da sanatın herhangi bir alanıyla uğraşan bir kimse, haklı da olsa savaşı yüceltebilir mi? Vatanını ve milletini bütün değerlerinin üstünde tutabilir mi? Bir baba, sanatçı olsun veya olmasın, neden oğlunu savaşa gönderir?

            Oğlum Jack filmi bana bunlar düşündürttü ve geçmişimi hatırlattı. Hatırlattığı en güzel şey ise İngilizce öğretmenimiz Nimet Baki oldu. 

Kategoriler

Şapgir