Can havli hayat, kelebek ölüm

Karin Karakaşlı, Kelebeğin Rüyası filminin vizyona girdiği şu günlerde iki şair üzerine yazdı: Rüşrü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu.

Karin Karakaşlı
karinkarakasli@agos.com.tr

Herkes ve her şey zamanını bekler. Beklenen zaman bazen ömür sınırlarını aşar ama illa ki gelir. Tıpkı Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu için geldiği gibi.

Bu isimleri şiirle yakında ilgilenenler dışında bilmenin fazla bir imkânı yoktu şimdiye kadar. Bir kere her ikisi de genç yaşta veremden hayata veda etmiş, II. Dünya Savaşı’nın zorlu yıllarında sahneden çekilmişlerdi.

Ama şairler ayrı bir kavimdir ya, önce antolojilerde görünür oldular kısacık hayatları ve vurucu mısralarıyla. Ustaları bu ölümün çaldığı gençleri yâd etmeden duramadı. Şimdi ise Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ’un imgeleriyle belleklere kazınmaya hazırlanıyorlar. Yılmaz Erdoğan’ın vizyona yeni giren filmi ‘Kelebeğin Rüyası’, yirmi iki yaşında ölen Rüştü Onur ile yirmi dört yaşında arkadaşının peşi sıra giden Muzaffer Tayyip Uslu’yla tanışmak için bize bir kapı aralıyor. O eşikten geçmek, hayatın ve sanatın bizi yine terbiye etmesi demek.  

‘İncelikler yüzünden’

Veremden ölen genç şairler diye ayrı bir topluluk olsa gerek. Ermeni edebiyatında da Bedros Turyan ve Misak Medzarents ilk aklıma gelenler. Bir ‘incelikler yüzünden’ hastalığı verem. Dış dünyada karşılığı olmayan duyarlıkların, kazanca tahvil edilemeyecek önceliklerin adı. Ve elbette bir de yoksulluğun, yoksunluğun adı. O nedenle de zaten Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’yu bilmek, biraz da Türkiye gerçeklerini bir koldan daha tanıma fırsatı.

Kırklı yıllar Zonguldak’ında hastalığı yüzünden okula devam edemeyen,  ‘Maliye Varidat Memur Muavini’ olarak Ereğli Kömür İşletmeleri'nde çalışmaya başlayan Rüştü Onur, onun öğrenci olduğu Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi’nde bir sene öğretmenlik yapan Behçet Necatigil ve Onur’un yakın arkadaşı, kendisi gibi şair Muzaffer Tayyip Uslu’nun zorunluluklar ve hayaller ile örülü hayatları kesişir. Necatigil, Zonguldak’ta çıkan dergi ve gazetelerde ve İstanbul’da yayımlanan ‘Değirmen’ mecmuasında şiir ve yazılar yayımlanan bu gençler ellerinden kayıverdikten sonra, onları antolojilerde yâd edecektir.

Rüştü Onur da Muzaffer Tayyip Uslu da son nefeslerine kadar bir şiirden vazgeçmez, bir de aşktan. Rüştü Onur durumu ağırlaşınca gittiği Heybeliada’daki sanatoryumda tanıştığı ve tifodan yatmakta olan Mediha Sessiz ile nişanlanır.  Aynı yıl İstanbul’a giderek nişanlısının evine yerleşir. Genç kadının üç ay içinde tifodan ölümü üzerine kendi de fazla uzun kalmaz buralarda, 1942'de göçer gider.

1956'da şiirlerini ve diğer yazılarını ‘Rüştü Onur’ adlı bir kitapta toplayan Salâh Birsel şöyle anlatacaktır bu zarif adamı:  “Sevgisine hiçbir sınır çizmemişti. Onu bol bol dağıtıyordu… Kendi içinde yaşar, kimseyi kırmak istemezdi. Ölümü de dünyadakileri fazla tedirgin etmemek isteğinden doğmuş olmalıdır.”

                                                                                                                                                                 Rüştü Onur
Beş parasız gönül zenginliği

Bakmayın ölümün dayatmalarına, Rüştü Onur’un kalbi hep hayattan yanaydı. ‘Denize Serenad’ şiirinde ölümünden sonraki hayatı da selamladı coşkuyla. Şair olmanın raconu, güzellikten vazgeçmemeyi gerektirirdi ne de olsa:

neyim var neyim yoksa

sana bırakmalıyım deniz

sende geçmeli mevsimlerim

sende çiçek açmalı ağaçlarım

 

sende yaşamalıyım deniz

asi ve hür

sende ölmeliyim

bulutlara bakarak

 

Öte yandan şair olmak demek, hayatın can yakan gerçeklerini iliğinden bilmek de demekti. O yüzden Rüştü Onur bir ömür peşini bırakmayan parasızlığın, ölüm sonrası mesaisini de ‘Hülasa şiirinde kayda geçirmeden veda etmedi:

Ben ölsem be anacığım

Nem var ki sana kalacak

Ceketimi kasap alacak,

Pardösömü bakkal

Borcuma mahsuben...

Ya aşklarım

Ya şiirlerim ne olacak

Ya sen ele güne karşı

Nasıl bakacaksın insan yüzüne

Hulasa anacığım

Ne ambarda darım

Ne evde karım var.

Çıplak doğurdun beni

Çıplak gideceğim

 

Ve aslında en çok da o çıplak ‘İtiraf’ı ile içimize yer etti:

Ben,

Gülebilmemiz için ağlıyan

Ağlıyabilmemiz için gülen adam.

Ben bir tarik-i dünya.

Hallac-ı Mansur'dan sonra

Benim derim yüzülecek

Zonguldak'ta

Ve gözlerime mil çekilecek.

 

Ben bir tarik-i dünya

Ne ev ne bark

Ne çoluk çocuk sahibi.

Bütün malım mülküm

Ellerim ayaklarım

Ve gözlerim.

Kupkuru bir kuyudayım ki

Yusuf'u özlerim.

 Çok değil bir dört yıl sonra arkadaşına başka bir boyutta eşlik edecek olan Muzaffer Tayyip Uslu da    Zonguldak'ta lise öğrenimi sırasında Behçet Necatigil'in öğrencisi oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ndeki yüksek öğrenimini yoksulluğu ve hastalığı nedeniyle yarıda bırakmak ve Zonguldak'ta çalışmak zorunda kaldı. Ölümünden sonra onun şiirlerini ve yazılarından seçmeleri ‘Muzaffer Tayyip’ adlı bir kitapta toplayan Necati Cumalı olacaktı.  

Aşkı da mizahı da beş parasızlığı da ölümü de kucaklayan şiiri ‘Benden Bize’ bize vasiyet gibidir:

 

Yalnız ben mi inkâr ediyorum Allahı

Mevsimler benden kafir

Ya kuşlar ve ağaçlara

Ne buyurulur

 

Uzun söze lüzum yok

Şahidimdir

Beş parasız gezindiğim sokak

Bir zaman yaşadığıma

 

Ve bir hatıra olsun diye

Benden size

Hiç sıkılmadan söyleyebilirim

Sarışın kızlara bayıldığımı

 

Kan kusarken bile gökyüzünün alabildiğine mavi olduğunu fark edebilen, hatta ölümle hayatın renklerini parlatan Muzaffer Tayyip Uslu, Oktay Rifat'a yazdığı 23-2-946 tarihli mektupta, maruz kaldığı öğütücü çarkı da ifşa eder:

“Sevgili Oktay Ağabey,

Seni yine rahatsız edeceğim, benim sanatoryum işi Arap saçına döndü. Ben işleri yoluna koydum diye sevinirken, az evvel, dairede şöyle bir tebligatta bulundular: ‘Sen iki seneyi doldurmadığın için, biz sana ancak '200' lira kadar bir yardımda bulunabiliriz.’ Halbuki sanatoryumda üç ay yatacağıma göre 900 lira kadar bir para lazım. ‘700 lira verirsen, seni sanatoryuma yatırırız.’ Bu acayip, bu antika, tebligat karşısında şaşırıp kaldım. Ne yapacağımı bilmiyorum. Oktay ağabey, işittiğime göre ‘Yardım Sevenler’ cemiyeti ve ‘Kızılay’ benim vaziyetimde bulunanlara yardım ediyormuş, acaba oradan bir şey yapılamaz mı? ..”

Zonguldak’ta yaşayan15-65 yaş arası erkeklerin madenlerde çalışmasının kaçınılmaz ‘mükellefiyet’ olduğunu bildiren günlerde her iki şair de şiir konusu sayılmayan her şeyi inadına getirip mısraların ortasında patlattı. Hayat genişledi sayelerinde, şiirin bütün olanaklarını kuşandı.

‘Kelebeğin Rüyası’ bu iki şairle tanışmak için ilk eşik. Film bize bir de kitap hediye ediyor. Aynı günlerde ‘Bilinmeyen mektupları ve şiirleri Rüştü Onur Mektubun Avcumda’ kitabı raflarda yerini alacak. İyisi mi, genç bir adamın özlemlerini, isyanları, aşkını, umudunu, şiire tercüme ettiği hayatını ilk elden tanıklıkla okumak, o hayatın ta içine dalmak için bu kitaba ve kendimize bir şans verelim.

Ne incelikler çıkar içimizden şaşar kalırız. Hatta olmadık bir şeyleri göze alırız belki. Şiir tehlikelidir ya, yoldan çıkarır. Ya da tam tersi aslında, şiir sayesinde ‘Ha şöyle, yola geliriz.’

İyi ederiz.

Kategoriler

Şapgir