İçimizdeki memlekete zamansız bir yolculuk

Lusin Dink’in ilk filmi Saroyan Ülkesi / SaroyanLand, 32. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma bölümünde yarıştı. Film, William Saroyan´ın ailesinin memleketi Bitlis´e yaptığı yolculuğa hepimizi eşlik ettiriyor. Lusin Dink, SaroyanLand’i anlattı: “Film hem 1915’e, hem de 2015’e dair bir şey söylüyor. Saroyan bu yolculuğu 1964’te yaptı ama bugün yapsaydı, ne değişirdi diye sormak mümkün.”

Fotoğraf: Berge Arabian

KARİN KARAKAŞLI
karinkarakasli@agos.com.tr

Sinema böyle bir şey… Salondan içeri girersin, seninle birlikte karanlığı ve o meçhul filmi paylaşacak insanlarla neredeyse elle tutulabilecek yoğunlukta bir aura yaratırsın. Hayat durur, yeni bir boyut oluşur.

O yeni boyutta, geçtiğimiz Perşembe günü Atlas sinemasının öğlen matinesinde tek bir boş koltuğu kalmayan salonda Lusin Dink’in ilk filmi Saroyan Ülkesi / SaroyanLand’la buluştuk. 32. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma’ya seçilen film, dünyaca ünlü ABD’li Ermeni yazar William Saroyan´ın (1908-1981), ailesinin memleketi Bitlis´e yaptığı yolculuğa eşlik ettirdi hepimizi.

Bu filmin izleyicisi yok zaten, eşlikçisi var, çünkü Saroyan’ın memleket derdi kimselere uzak değil. Bitlis hiç görmediği ama kimliği için kendisine mihenk taşı bellediği yer. Sanki Bitlis’e giderse, aile hikâyelerindeki boşluğu da tamamlayabilecek, neden ‘böyle’ olduğunu anlayabilecek. Çünkü daha küçük yaştan itibaren Fresno’da herhangi bir Amerikalı çocuk gibi olmadığını biliyor ve kendi hakikatini arıyor. Zaten insan en çok da aramak ve bir ümit bulmak için çıkmaz mı yola?

Filmde Saroyan sadece bir gölge. Bazen bir el, bazen bir ayak ama çoğunlukla sulara, camlara yansıyan bir suret. Lusin Dink, Saroyan’ın arayışını da ihtişamlı dağlar ve akan yollar eşliğinde pastoral bir şiire dönüştürmüş. Kurmaca belgesel tarzındaki filmin içinde kısa öykü canlandırmaları ve iki de tanıklık mevcut. Tamamı Saroyan’ın kendi metinlerinden oluşan ve izleyiciyle bir diyalog halinde akan metin, hepimize kendi içimize bakacak denli çok soru soruyor. O sorulardan birkaçını Lusin’e de sordum. Filmin parçası, tamamlayıcısı olarak gördüğü izleyicilerin ‘önünü söyleyeceği herhangi bir sözle kesmek istemeyecek’ denli tevazu sahibi olarak konuştu. Ve aslında bu da filmin nasıl bir başına ayaklarının üzerinde durduğunun, tek bir fazla söze ihtiyacı olmadığının göstergesi. Dileğimiz, bu filmin hak ettiği üzere salonlarda gösterime girmesi ve Saroyan’la herkesin tanışabilmesi. Ona besbelli hepimizin çok ihtiyacı var…

•          İlk filmlerin yeri bir başka olur. Seçilen konu aslında yönetmenin en temel derdidir.  Sen neden tercihini Saroyan’dan yana kullandın?

İlk film için insan kendi bildiğinden, kendi evinden başlar, denir. Ben Saroyan’ı okurken, tahminimce diğer birçok insanın da olduğu gibi söze dökemediğim meramımı dillendirdiğini hissettim.  Benim için bir anlamda tercüman oldu Saroyan.  Tanrım, bu adam Amerika’da 1900’lerin başından öldüğü zamana kadar bunları yazmış. Ben İstanbul’da, ondan çok daha sonraki bir kuşaktanım, fakat işte aidiyet, memleket gibi meselelere halen cevap arıyorum, diye düşündüm.  Saroyan sorular soran, yanıtlar arayan bir adam. Baştan bildiğini iddia ettiği hiçbir şey yok. Belki de bu yüzden bu sorgulamalar, sorular ve bunlara cevap arayışı bu kadar yakın hissettiriyor onu okurken insana kendini.

•          Bu filmde klasik anlamda bir Saroyan portresi değil de, Bitlis üzerinden bir ruh seyahati anlatıyorsun. Bu tercih nasıl ortaya çıktı?

Saroyan’ın bizzat kendisinin en zorlu yolculuğu olarak tabir ettiği sürecin filmini yapmak, deyim yerindeyse, merkeze inmekti. Edebiyatının bütününde Bitlis’ten, aile hikâyelerinden parçaları aktarmış bir yazarın hayatından herhangi bir kesit almaktansa en büyük yolculuğunu onunla beraber gerçekleştirmek daha anlamlıydı, çünkü ben öteden beri yolculukların insan hayatında çok belirleyici olduğunu düşünüyorum. Gitmek, bir yere varmaya çalışmak ve vardığın noktanın yine kendin olması... Yolculuk çok zamansız bir şey. Geçmişin, bugünün ve geleceğin hepsinin aynı anda kesitler halinde, zaman zaman kopuşlarla sorgulandığı bir zaman dilimi. Dolayısıyla, 1964’teki Bitlis yolculuğu bir taraftan Saroyan için bir değişim süreciydi.  O kadar ki, dönüşünde on bir yıl boyunca bu konuda tek satır yazamadı. Sonra da Bitlis’i bir oyun olarak yazdı.

•          Ya Saroyan’ı bir gölge olarak sunma fikri nasıl doğdu?

Hayatında bu kadar başarılı olmuş, hakkında çok şeyler üretilmiş bir kahramanla yola çıkmak çok korkutucu aslında. Şuradan yola çıktım. Galada izleyiciler arasından Ermeni lisesinden bir öğrenci “Üç senedir Saroyan okuyoruz.  Biliyoruz onu ve şimdi de görmeye geldik” dedi. Biz ise Saroyan’ı böyle okumamıştık. Ve dolayısıyla ben Saroyan’ı keşfettiğimde, neden bilmiyoruz diye içimde bir kızgınlık hissetmiştim. Tarihimizin yanı sıra  kendi alanında başarılı olmuş geçmişteki bu kıymetli insanları yeni nesillerin bilmesinin geleceğimiz açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. İlk çıkışım böyle bir şeydi.

•          Belgeselin ilk koordinatları ve kurmaca boyutu nasıl şekillendi?

En başta bildiğim, bunun bir yol filmi olacağıydı. İkincisi, Saroyan’ı görüp görmeyeceğimiz mevzusuydu. Saroyan’ı gölgesinde görmek en başta aldığım kararlardan biriydi. Biraz riskli bir karardı. Ama hem içerik olarak hem biçim olarak gerçekten gölgelerin bu filme hizmet ettiğini ve doğru olduğunu düşünüyorum. Çekimlere giderken her metin için kafamda imgeler belirlenmişti.

Saroyan okurken her bir hikayesi ayrı ayrı okuyucuların kafasında canlanır, çünkü çok sinematografik bir dili var. Öte yandan, Arap hikâyesi aracılığıyla kurmacayı da bunun içine katmak istedim, çünkü bize dayatılan bir gerçeklik var. Gerçekliğin kırılması ve sürekli sorgulanması var. Kurmaca olarak hayatta bize tarif edilen, bize dayatılan şeyleri Ermeniler olarak kendimiz kurgulamadık. Arap hikâyesi de bir çocuğun öteki olduğunu anladığı yerdir aslında. Ve üstelik bu toprakların tek ötekisinin Ermeniler olmadığının da idrakidir.  O yüzden yer verdim bu kurmaca kısa filme.

•          Zaten esas derdin yolculuk üzerinden başka bir arayışı anlatmaktı, değil mi?

Evet, ben Saroyan’ı tanıtmak ya da 1964 yolculuğunu belgelemek gibi bir amaçla çıkmadım yola. Daha ziyade 1964 izleğinde benim için kendi alt katmanlarımı oluşturmaya çalıştım. Bu açıdan gezinin kendisi aslında bir kemik.  Ve o kemik aracılığıyla zamansızlığı da anlatabildim. Film hem 1915’e hem de 2015’e dair bir şey söylüyor.  Saroyan bu yolculuğu 1964’te yaptı ama bugün yapsaydı, ne değişirdi diye sormak mümkün. Bugün gerçekten diasporada birçok Ermeni halen atalarının topraklarına gitmekten tedirginler. Dolayısıyla bu film zamansız. Ve sürgün olan, dalından koparılmış, soykırıma uğramış bütün halkların ondan sonraki kuşaklarının bir zamansız hali içinde yaşadıklarını düşünüyorum. O geçmişin gölgesi hâlâ üzerimizde.

Filozof Mircea Eliade diyor ki, “Bir evin kurulduğu yer, gerçeğin can evidir.” Dolayısıyla bir yeri terk etmek zorunda kalırsanız, gerçeğinizi yitirirsiniz ve o gerçeğe ulaşamadığınız her noktada acı çekersiniz. 

•          Bitlis’e gittiğinde tamamlanmış hissediyor mu Saroyan kendini?

Bence tamamlanmıyor. Çünkü mesele sadece Bitlis, sadece bir toprak parçası değil. Gidip orada bir evde yaşamak da değil, bellek meselesi. Mesele Saroyan’ın oraya gittiğinde tek bir Ermeni bulamaması. Kaldı ki, yok da değiller ama bugün bile orası halen kendi kimliklerini korkudan gizlemek zorunda kalan gizli Ermenilerin yaşadığı bir yer. Oysa Saroyan’a anlatılan, Ermenilerin yaşadığı bambaşka bir Bitlis ve bir yer anılarınla beraber yaşadığın sürece anlamlıdır.

•          Peki Saroyan ülkesinden sende kalan nedir?

Galiba en çok şu cümlesi kaldı bende: “İnsanlığın bütün problemlerini çözdük de sıra birbirimizi öldürmeye mi geldi?..” Bu açıdan bakıldığında filmin soruları var. O soruları beraberce sorup cevap verebileceğimiz noktada film yerini bulacak diye düşünüyorum. Örneğin o gösterimde 15 yaşındaki o lise öğrencisinin  kalkıp ‘Ben buradayım’ demesi ya da bir başka izleyicinin gelip ‘Biz bu insanlara ne yaptık?’ diye sorması bile benim için filmin doğru yere gittiğinin göstergesi oldu. Bence o gün o salonda bulunan herkes çıkınca biraz düşündü. “Dinleyin, bu bizim hikâyemiz”, dendiğinde birileri bunu dinlemeyi seçerse zaten onun üzerine sorularla beraber konuşabileceğimizi düşünüyorum. Soru sormak da ‘Ben seni dinlemek için varım’ demek. Bu filmle o sorulara vesile olabilmeyi diliyorum.
 

 

Saroyan’dan...

“Kim olduğumuzu bilmek için coğrafi bir ülkenin çocukça desteğine ihtiyacımız yok… Ayrıca Bitlis’ten ayrılan, Bitlis’e giden ya da Bitlis’ten uzaktaki evinde, bir odadan diğerine geçen bir Ermeni’nin neden üzgün olduğunu bilmek kimin umurunda ki. Ermenilerin üzülmek için coğrafyadan, coğrafi bir yere gitmekten ve bir yere varmaktan çok daha öte nedenleri var. Bu her halükarda beni üzüyor ve bir şarkı söyleme isteği uyandırıyor. Gelin, birlikte, yediğimiz ekmeğin ve içtiğimiz şarabın şarkısını söyleyelim.”

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema