Uzoların ozanı sen de mi ölecektin?

Dünyaca ünlü Fransız şarkıcı George Moustaki,79 yaşında hayatını kaybetti. Derya Bengi, Moustaki'nin ardından yazdı...

DERYA BENGİ

Ölüm haberinin geldiği sabah İzmir, Sakız, Ayvalık, Midilli, Limni ve Yunanistan kıyıları amansız bir fırtınayla boğuşuyordu. Bizde “Lodosun gözü yaşlıdır” derler. Güney rüzgârlarının tanrısı Notos, denizlerin tanrısı Poseidon, belki de bütün mitoloji onun arkasından ağlıyor, isyan ediyordu sanki. Sen de mi ölecektin Moustaki? 

Georges Moustaki tepeden tırnağa Akdenizliydi. Arap, Yunan, Türk, Yahudi, Fransız, İspanyol, İtalyan demeden koca bir medeniyetin ortak bileşkesiydi. Club Med’lerin turistik Akdeniz’inden değil, ekmeğini denizden çıkaranların, balıkçıların, sünger avcılarının, korsanların, rebetlerin, tarihsel olarak birbirine karışmış halkların, Marsilyalı göçmenlerin, Barselonalı anarşistlerin hakiki Akdeniz’indendi. ‘En Méditerranée’de anlattığı gibi su birikintisinde oynayan zeytin gözlü çocukların, üzerine bombalar düşmüş zeytin ağaçlarının ortasında birden beliriveren güvercinlerin, sonbahardan korkmayan güzel yazların şarkıcısıydı. Biraz su katınca, saçı sakalı gibi beyazlayan rakıların, uzoların ozanı.
1934’te İskenderiye’de doğdu. Yahudi ailesi, Yunan ve İtalyan kültürünün hâkimiyetindeki Korfu Adası’ndan geliyordu. Babasının kitapçı dükkânına gidip gelen entelektüellerle ahbaplık kurdu, Sartre, Camus ve Gide’i keşfetti. 50’lerin başında, elindeki kırık dökük gitarından medet umarak Paris’e göçtü. Birkaç yıl içinde Edith Piaf çevresine, hatta Piaf’ın kalbine girdi. Piaf denince ilk akla gelen şarkılardan ‘Milord’ Moustaki’nin eseriydi. Serge Reggiani, Pia Colombo, Barbara gibi büyük şarkıcılar da onun şarkılarını seslendirmekte gecikmedi. 

Tok ama içli bir ses... 

Moustaki hiçbir zaman Fransız şansonunun tipik bir temsilcisi olmadı. Dilin olanaklarını sonuna kadar zorladıkça kuvvet kazanan edebiyatın ve teatralliğin uzağında, alabildiğine basit, yalın, lirik şarkılar yazdı. Kendini “Georges Brassens’in bıyığının gölgesinde büyümüş bir çocuk” olarak tarif ediyordu, yine de Brassens, Brel, Ferré ve Gainsbourg’dan oluşan ‘dört büyükler’in arasına karışmak yerine, 60’ların folk sanatçılarına, Dylan’lara, Cohen’lere göz kırpan bir ton tutturdu. Biraz beatnik, biraz hippi, biraz varoluşçu, en müthiş ifadelerini ‘Sans la nommer’ ve ‘Le Temps de vivre’ şarkılarında bulan bir 1968 savaşçısıydı. 
Mukavva kadar kalın, tok, ama içli, ‘gönülden gönüle giden’ sesiyle özgürlüğünün, yalnızlığının, kadınlarının, ‘Sürekli Devrim’in şarkılarını söyledi. ‘Ma Liberté’ (Özgürlüğüm, seni nadir bir inci tanesi gibi korudum), ‘Ma Solitude’ (Hayır, asla yalnız değilim yalnızlığımla), ‘Le Facteur’, ‘Sarah’, ‘Votre fille a 20 ans’, ‘Joseph’, ‘Il y avait un jardin’ gibi şarkıları hiç unutulmayarak kuşaktan kuşağa, dilden dile aktarıldı. İyice rahatsızlanıp şarkı söyleyemez hale geldiği birkaç yıl öncesine, yani 75 yaşına kadar dünyanın her yanında, bu arada defalarca Türkiye’de tıklım tıklım dolu salonlarda konserler verdi. Bazen tangolar, bazen Brezilya havaları, bir keresinde Yunus Emre dizeleri kattı olağanüstü folk şarkılarının arasına. Bir albümünün kapağında Nâzım’dan alıntı yaptı: “İnsanların türküleri kendilerinden güzel/Kendilerinden umutlu/Kendilerinden kederli/Daha uzun ömürlü kendilerinden.” 

‘Hasret’i söyleme vakti 

Sesiyle şöhrete kavuştuğu ilk şarkısı 1969 tarihli ‘Le Métèque’ti. Bu şarkıda tipi kayık, façası bozuk adamı, kıroyu, muhacir Yahudiyi, Yunanlı çobanı, Paris sokaklarındaki avare yabancıyı, yani kendini anlattı. Tanju Okan’ın ‘Hasret’inde, ezgi bir ayrılık şarkısına dönüşünce özü tamamen yok olmuştu elbette. Sağlık olsun. Meğer şimdi tam sırasıymış. Moustaki gibi büyük bir ozanın ardından ‘Hasret’ söylenmez de ne söylenir: “Bu akşam çok efkârlıyım, kalbim neden kan ağlıyor…”  (ZE)

(RADİKAL)