Sadece Kemalizm eleştirisiyle demokrat olmanın devri geçti

Akademisyen Besim Dellaloğlu, Gezi olayları sonrasında muhafazakâr kesimin yaşadığı fikirsel açmazlara ve bunun siyasi iktidarın tavrına nasıl yansıdığına dikkat çekiyor.

BESİM F. DELLALOĞLU

Kendi dünyamızı, dünyanın bütünü sandığımızda, her farklılık bizatihi bir tehdit olarak görünür bize. Bu değerlendirme sanki Türkiye’deki fikri ya da siyasal akımların ortak bir niteliğidir. Nitelikli düşünce, öncelikle kendi sınırlarının bilincinde olan düşüncedir. Ama bu olgunluk maalesef bizim memlekete pek uğramamış gibi gözüküyor. Belli bir siyasi görüşe angaje olduğumuzda bile, belli bir göreli özerkliği koruyabilmeliyiz. Eğer bu kadarını bile ortaya koyamaz isek, bu, düşünmediğimiz anlamına gelir. Fikir, kendilikten bağımsız değildir. İnsan kendi oldukça fikir sahibi olur, fikir sahibi oldukça da kendisi. Herhangi bir siyasal iktidarın savunusu için bütün kapasitelerini, üstelik de emir komuta zinciri altında olduğunu izlenimini vererek, seferber edenler bir dinin adını kendilerini nitelemek için sıfat olarak kullanmakta giderek zorlanacaklar.

Türkiye’de Siyasal İslam adına konuştuğunu iddia eden entelijensiyanın basireti Dolmabahçe imamı Fuat Yıldırım’ın basiretinin yarısı kadar olabilseydi eğer, bu süreci çok daha farklı yaşayabilirdik. Bu noktada elbette istisnaları, örneğin özellikle Emek ve Adalet Platformu’nun bildirisini de unutmamak gerekiyor. On küsur yıllık bir iktidardan sonra, iktidarın hiç kaybedilmeyeceği düşüncesine kapılmak biraz da olsa doğaldır. Ama bir ülkeyi uzun süre hiç iktidar değişmeyecek gibi yönetemezsiniz. Öyle yapmaya devam ettiğinizde otoriterleşirsiniz. Ancak ve ancak iktidarın mülkünüz olmadığını idrak ettiğinizde, o iktidarı daha demokratik bir biçimde kullanabilirsiniz.

Aynı şey iktidarın çevresinde oluşan aydın, gazeteci ve bürokrat kesimi için de geçerlidir. İktidarın sık sık el değiştirmesi hem bürokrasiyi hem de aydın ve gazeteci çevresinin iktidarla ilişkisinin daha mesafeli olmasını sağlar. Uzun süreli iktidar süreçleri ise bu mesafeyi azaltır, hatta bugün gördüğümüz gibi yok eder. O durumda iktidarın değişmemesi sizin için hayatiyet arzeder ve giderek borazanlaşırsınız. Gezi’nin açığa çıkardığı bir başka sonuç da budur. Kısacası mesafe iyidir ve herkese lazımdır! Öncelikle de bu memlekete!

İslamcılık İslam’ı kalkan olarak kullanıyor

Dine ancak toplumsalın, kamusalın dışında tahammül edebilen bir ‘laikliğin’ egemen olduğu bir dönemde dini savunmanın bir siyasal ideolojiye dönüşmesi kaçınılmazdı. Ancak bunun giderek aşılmaya başlandığı noktada din ve ideoloji olarak İslam’ın bu kadar özdeş olmaya devam etmesi kaçınılmaz olarak otoriterlik üretir. Bir din olan İslam ile bir siyasal ideoloji olan İslamcılık’ın uzun süre örtüşmesinin giderilmesi zor bir maliyeti olarak “maneviyatsız dindarlık” tüm apaçıklığıyla ortadadır. İslam’ı bir kalkan olarak kullanan İslamcılık kendisine yönelik her eleştiriyi İslam’a yönelmiş gibi göstermeye çalışınca aslında İslam’a zarar veriyor. Bütün bu sürecin işaret ettiği çok önemli bir nokta da, Türkiye’de giderek İslam ile Siyasal İslam’ın ayrışması zaruretidir. Mevcut Siyasal İslamcı iktidar ağı böyle davranmaya devam ettikçe bu süreç hızlanacaktır.

Azınlık otoriterliğinden çoğunluk otoriterliğine mi?

Gezi sürecinin açığa çıkardığı bir soruyu artık net bir biçimde sormak gerekiyor. Acaba aKP’nin iktidara gelişi ve bu iktidarı konsolide edişi demokrasiyi ifade etmekten çok, Kemalizm ile ifade etmek anlamıyla azınlık otoriteryanizminden, çoğunluk otoriteryanizmine geçişi mi ifade ediyor? Eğer öyleyse şunu söylemek gerekiyor: Ehvendir ama yetmez! Uzun süren bir azınlık otoriteryanizminden sonra, çoğunluk otoriteryanizminin bir müddet demokrasi olarak görünmesi doğaldır. Ancak bunun da bir sınırı vardır. Sanırım artık bu sınıra geldik. Azınlık otoriteryanizmini göstererek, toplumu çoğunluk otoriteryanizmine ikna etmek giderek zorlaşacak.

‘Karşı devrim’ kavramına yaslanarak koşulsuz bir aKP savunusunda ısrar edenler demokrasiden giderek uzaklaşıyorlar. Gezi’yle birlikte Türkiye koşullarına özgü “asgari demokrat” pozisyon artık Gezi öncesinden farklıdır. Hatırlatmak istedim. Artık bu ülkede sadece Kemalizm eleştirisi üzerinden edinilecek bir demokratlık sıfatı geçerli değildir. aKP uzun süre bunun ekmeğini yedi. Ama bu artık mümkün değil. aKP modernliğin, demokrasinin tek sahibi olmak istiyor ama artık kolay değil! aKP aslında şunu mu söylüyor? Benim otoriterliğim Kemalizm’in otoriterliğinden daha iyidir! Gezi olaylarından sonra, dönüp dönüp 28 Şubat diyen bir siyasal hareket artık eskisi kadar sağduyuyu, vicdanı temsil etiğini iddia edemez.

Tam teşekküllü demokrasi

Türkiye’de hâlâ bir darbe olasılığı maddi olarak vardır. Hatta dünyanın her yerinde darbe olasılığı vardır. Gerekli ve yeterli koşullar oluştuğunda her yerde darbe söz konusu olabilir. Üstelik bunun zengini/fakiri, doğusu/batısı olmaz. Örneğin Fransa’da İslami kimlikli bir partinin ciddi bir iktidar olasılığı belirdiğinde cumhuriyetçi Fransa’nın demokratlığının sınırlarını keşfe çıkabiliriz. Ama Türkiye’de giderek kendini belli eden bir çoğunluk otoriteryanizmi de aşikârdır. Asgari demokrat pozisyon her ikisine de teslim olmamaktır. Bütün bunları aşma imkânını sunabilecek olan ancak ve ancak tam teşekküllü bir demokrasidir.

Herkes kendine laik Herkes kendine Müslüman

İnsanların kendilerince doğru bildikleri doğrultusunda toplumsal taleplerde bulunmaları kadar doğal bir şey yoktur. Toplumsal talepleri masum/masum olmayan diye ayırt etmek hükümran dilidir. Bu masumiyeti kategorik olarak test edecek bir yöntem henüz icat edilmemiştir. Bu nedenle toplumsal hareketleri masum/masum olmayan olarak değil de haklı/haksız olarak ayırt etmeye çalışmak daha makuldür. Bu tercih de bizi toplumsal hareketlerin nesnel bir şekilde sınıflandırılmasının mümkün olmadığını kabule götürür. Masum/masum olmayan ayrımı nesnel bir sınıflandırmanın mümkün olduğu varsayımına dayanır. Oysa haklı/haksız ayrımını kabul etmek meselenin öznel olduğunu teslim etmektir. Haklar nesnel olarak kategorize edilmezler; tanınırlar ya da tanınmazlar. Hepsi o kadar. Üstelik hak talepleri evrensel oldukları kadar durumsaldır da. Kendi ilke/çıkarlarımız doğrultusunda hak talep etmek doğaldır dedik. Ancak bir hak talebinin aynı zamanda tüm hak taleplerini gözeterek de davranması, o hak talebinin diğerleri açısından meşruiyetini kolaylaştırır. Herkesin sadece kendisi için hak talep ettiği bir toplumda, bu taleplerin karşılanma olasılığı daha düşüktür.

Seküler hayat biçimlerinin tehdit edildiği hissiyatıyla yola çıkanlar ne kadar haklı olurlarsa olsunlar, örneğin Kürt ya da Alevi oldukları için ayrımcılığa uğradıklarını, başörtüsü yüzünden dışlandıklarını söyleyenlerin hak talepleriyle bir empati geliştiremedikleri sürece geniş bir toplumsal meşruiyete kavuşamazlar. Herkesin kendine laik ya da kendine Müslüman olduğu bir kalabalık toplum bile değildir.

Örneğin son alkol düzenlemesinin ardında bir yaşam tarzı dayatmasının olduğunu aşikârdır. Üstelik bu ‘dayatma’ düzenlemeyi oluşturan yasa maddelerinden çok, Sayın Başbakan’ın bu düzenlemeyi ortaya koyarken kullandığı dil’den kaynaklanıyor. Ama eğri oturup konuşursak, bugün bu ülkede Kürtlerin, Alevilerin, gayrimüslimlerin, eşcinsellerin hatta ve hatta on küsur yıllık aKP iktidarına rağmen başörtülü kadınların uğradığı haksızlıklar karşısında alkol düzenlemesinin yarattığı haksızlıklar devede kulak değil midir? Sahi, tüm araştırmalar Türkiye’de üç kadından ikisinin başını bir şekilde örttüğünü gösterirken mecliste bir tek başörtülü kadın olmamasını nasıl yorumlamalı? Dolayısıyla örneğin haklı olan alkol düzenlemesine muhalefet, hak talebini tüm haksızlığa uğradığını düşünenlerin hak talepleriyle bir ilişki içine sokmazsa, haklılığını toplumsallaştıramaz. Bir yandan “İçerim, kime ne?” deyip, “başımı örterim, vergi memurluğumu da yaparım, kime ne?”ye duyarsız kalınırsa hepimiz kaybederiz. İşte tam da örneklerini çoğaltabileceğimiz böylesi bir bilinç bu ülkede ‘siyaset’i mümkün kılar. Yoksa, “Ben dedim oldu”yla, dayatarak, ‘istemezük’ diyerek yapılan şey siyaset falan değildir. “Ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganı bir şımarıklık değil, modern toplumsallığın tanımıdır aslında.

BAŞÖRTÜSÜYLE BİKİNİ ÇAĞDAŞTIR

Bu ülkede yıllarca belli yaşama, örtünme biçimleri kimilerince ‘çağdışı’ olarak damgalandı. Kendisi gibi olmayan, düşünmeyen, giyinmeyen herkesi yaşanan çağın dışına itmeye çalıştı belli bir zihniyet. Ben yıllardır derslerimde öğrencilerime “başörtüsüyle bikini çağdaştır” dedim durdum. Çağdaş sıfatının kendisine yüklenen anlam/değer yükünü taşımasının mümkün olmadığını, öyle olsa bile bunun toplumu parçalayabileceğini anlattım. Çağdaş’ın sadece kronolojik bir kavram olduğunu söyledim. Fatih Terim ile Aykut Kocaman’ın, Platon ile Aristoteles’in çağdaş olduklarını ifade ettim. Çağdaş sıfatını kullanabilmek için en az iki şeye ihtiyacımız olduğunu, bir şeyin tek başına ne çağdaş ne de çağdışı olamayacağı göstermeye çalıştım. Ancak ve ancak aynı zamanı paylaşan iki şey çağdaş olabilir. Bir toplumda birbirlerine ne kadar zıt gözükse de bu iki şey birlikte varolabiliyorsa onların çağdaş olduğunu söylemek “Gök mavidir” demek kadar doğrudur. Başörtüsüyle bikini çağdaştır. Bu gerçekle barışmadan bu memlekete huzur gelmez.

Kategoriler

Güncel Gündem

Etiketler

besim dellaloğlu