Demokraside ‘sandıkçılık’ çağı kapanıyor

Siyaset bilimci Prof. Emre Bağce, Gezi Direnişi ile gündeme gelen “Demokrasi sandıktan mı ibarettir?” tartışmalarını yorumladı: “Temsil sistemi mevcut haliyle toplumu temsil edemiyor. Yönetimi de toplumsal talepler konusunda sertleşmeye itiyor. Gezi, temsil krizi yaşadığımızı bütün çıplaklığıyla gösterdi. Sağlıklı bir demokraside yönetimin halkı ikna etme diye bir sorunu olamaz; yönetimin halkın taleplerine göre kendisini değiştirmesi gerekir.”

FERDA BALANCAR
ferda@agos.com.tr 

Siyaset bilimci Prof. Emre Bağce, temsili demokrasi, seçim sistemleri, seçim barajı gibi konularda çalışıyor. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Bağce, eleştirel teori, medya ve siyaset gibi konularda dersler veriyor. Bağce ile son günlerde özellikle Gezi Direnişi ile gündeme gelen “Demokrasi sandıktan mı ibarettir?” konusundan yola çıkarak seçim barajı tartışmalarına uzanan bir söyleşi yaptık. İngilizcede ‘electoralism’ olarak kullanılan kavramı Türkçeye ‘sandıkçılık’ olarak kazandıran Bağce, Türkiye’de demokrasinin sandıkçılığın ötesine geçmesi gerektiğini belirtiyor.   

Sandıkçılık kavramını açar mısınız?  

Sandıkçılık kavramı, demokrasi tartışmalarının bir boyutu olarak karşımıza çıkıyor. Bu temsili demokrasinin bir tezahürü, bir anı, aslında. Sandığı, temsili demokrasinin kendi meşruiyetini sağladığı bir dayanak noktası olarak görebiliriz. Oysa demokrasi sandıktan ibaret değil. Bugün dünyada temsili demokrasiden çok farklı demokrasi tanımları ve uygulamaları var. Türkiye’de egemen olan siyasi söylemde, demokrasi dört veya beş yılda bir yapılan seçimlere indirgeniyor. Halbuki demokrasinin arka planında bir değerler manzumesi var. Demokrasiden söz ediyorsak, ‘bütün insanlar eşittir’ diyebilmeliyiz. “İnsanlar ikame edilemez” diyebilmeliyiz. Yani hiçbir insanın yerine bir diğeri ikame edilemez, diyebilmeliyiz. İnsanın biricikliği söz konusu. Hatta diğer canlılar için de bu geçerlidir. Batı’da ‘electoralism’ denilen ‘sandıkçılık’ demokrasinin en zayıf anıdır. Bütün değerler seçim sandığına indirgeniyor. Yurttaş da seçmene indirgeniyor ve sadece oy sahibi olarak işlev kazanıyor. Bu anlayışa göre yurttaş, dört veya beş yılda bir sandığa gider, o kadar. Oysa yurttaşın pek çok konuda fikri seçimden sonra da değişebilir.  

Özellikle Başbakan Erdoğan’ın sık sık gündeme getirdiği azınlık-çoğunluk tartışması da demokrasinin sandığa indirgenmesiyle ilgili diyebilir miyiz?

Demokrasiyi sandığa kilitlemek ahlaki olarak sorunludur. Azınlık mı çoğunluğa çoğunluk mu azınlığa tahakküm ediyor tartışması yerine kimsenin kimseye tahakküm etmediği bir demokrasiyi nasıl inşa edeceğimizi konuşabilmeliyiz. Bugün sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada temsili sistem krizde. Bunu Türkiye’de Gezi olaylarında apaçık gördük. Mesela Gezi Parkı’yla ilgili yaşanan tartışmanın referanduma ya  da plebisite götürülmesi öne sürüldü.

Bu da her şeyi sandıkla çözme anlayışının bir sonucu mu?

Bunu ileri süren siyasi iktidar sahip olduğu yüzde 50 çoğunluğa güvenerek bunu teklif ediyor. Yani bir toplumsal talebi, oy sayısıyla bastırmayı hedefledi. Aslında Gezi Direnişi’ne katılanlar “bu oyunu oynamıyorum” dediler. Çünkü bu insanlar, sandıkçılık oyununda dışlandıklarını, bu oyunun kendilerini ezdiğini, taleplerini yok saydığını düşünüyorlar.

Peki Gezi Parkı konusunda plebisit yerine ne olmalı?

Bir başbakanın bir il veya ilçe belediyesine ait bir parkla ilgili görüş belirtmesi demokrasinin ruhuna uygun bir tavır değil. Belediye meclisini ve o yerleşim alanında yaşayanları ilgilendiren bir karar için Başbakanın devreye girmesi demokratik bir tutum olabilir mi? Orada yaşayan insanların da karar süreçlerine katılmaya hakları var.

Gezi Direnişi sonrası Türkiye’de demokrasinin geleceği hakkında iyimser misiniz?

Gezi sonrası farklı demokrasi arayışları güçlenecek. Olaylar sırasında insanlar hayatını kaybetti, elbette bu çok üzücü ama ben geleceğe dair iyimserim. Temsil sistemi mevcut haliyle toplumu temsil edemiyor. Yönetimi de toplumsal talepler konusunda sertleşmeye itiyor. Gezi, temsil krizi yaşadığımızı bütün çıplaklığıyla gösterdi. Sağlıklı bir demokraside yönetimin halkı ikna etme diye bir sorunu olamaz; yönetimin halkın taleplerine göre kendisini değiştirmesi gerekir. Bunun için de yurttaşın taleplerinin sürekli olarak karar mekanizmalarında dikkate alınması gerekiyor.

Bu nasıl olacak?

Öncelikle seçim barajından başlayalım. Yüzde 10 seçim barajı hiçbir yerde yok. Bu, 12 Eylül darbesinin armağanıdır ve aslında demokrasiye bir darbedir. Seçim barajı dünya genelinde yüzde iki, üç veya beş olarak uygulanıyor ki o da tartışma konusu. Baraj, siyasi kültürün yozlaşmasına neden oluyor. Yüzde 10 seçim barajı kadar, mevcut siyasi partiler yasası ve seçim yasası da sorun kaynağıdır. “Türkiye’de muhalefet boşluğu var” deniyor ama bir yerde muhalefet boşluğu varsa iktidar sorunu da var demektir. Türkiye’de siyasi iktidarı güçlendiren kurumsal yapılar muhalefet boşluğu üretiyor. Aslında tüm bu sorunları kaynağından çözmek için emredici vekalet sistemini tartışmamız gerekiyor.

Nedir emredici vekalet?

Siyasete yurttaşın aktif ve sürekli katılımı anlamına geliyor. Belli  bir seçmen topluluğu, bir temsilciyi  vekil olarak seçip meclise gönderiyor ve onun meclis pratiğini sürekli denetliyor. Bunun için dar bölgeli seçim sistemine geçilmeli. Bir vekil, 15-20 bin seçmenli bir bölgeden seçilecek ve o bölgeden sorumlu olacak. Böyle olursa siyasi partiler o seçim bölgesinde en fazla oyu alacak kişiyi aday göstermek isteyecekler. Bugün mesela İstanbul’da olduğu gibi seçmenler, kimi seçtiklerini bilmez durumda olmayacaklar. O bölgeden seçilen vekil, parlamentoya gittiği zaman seçim bölgesine karşı kendisini sorumlu hissedecektir. Aynı zamanda altı ay veya bir yıllık bir süre sonunda seçmenler o vekili geri çağırma hakkına da sahip olacaklar. Buna İngilizcede ‘recall’ deniyor. Yani azletme sistemi. Seçmen memnun olmadığı vekili azletme hakkına sahip olursa vekiller üstünde seçmen denetimi sürekli hale gelmiş olur. Türkiye’nin emredici vekalet ve azil sistemini tartışması gerekiyor. Bu sistemde vekil, siyasi parti liderine karşı da kendisini daha güçlü hisseder çünkü seçmene sürekli hesap vermek zorunda olur. Dünyada artık iyice zayıflayan karizmatik lidere dayalı siyaset anlayışı da böylece bizde de zayıflamış olur. Teknolojinin bu kadar geliştiği bir dünyada karizmatik lidere dayalı anlayış da eskidi. Bu, Türkiye’de sadece iktidar partisinin sorunu değil, muhalafet partileri de ya karizmatik lider arayışında ya da bizzat karizmatik lider tarafından yönetiliyor.

Dünyada yurttaşların yasa teklifi vermesi de gündemde. Türkiye için düşünülebilir mi bu?

Elbette. Mesela Avrupa Birliği’nde en az yedi ülkeden bir milyon yurttaşın imzasıyla bir yasa teklifi verilebiliyor. Finlandiya’da 50 bin yurttaş bir araya gelip, yasa teklifi sunabiliyor. Yurttaşların yasa teklifi verebildiği bir ortamda, yurttaşların talepleri meclise yansımış olacak. Bence kura yöntemi de pek çok kurum için yurttaşların eşitliğini vurgulayan bir sistem olarak gayet uygun ve ahlakidir. Mesela Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ya da YÖK başkanlığı ve üyelikleri için kura yöntemi uygulanabilir. Her öğretim üyesinin YÖK Başkanı olabileceği anlamına gelen bu sistem haksız ve kurumları yıpratan kısır rekabeti de ortadan kaldırır.

 

Kategoriler

Güncel Gündem