Günaydın umut dolu günlere

Roger Waters konserinin etkilerini hala üzerimden atamamıştım. Gezi direnişine gönderdiği bin selam’ı unutmak mümkün değildi. Gezi olaylarında yaşamını yitiren beş kişi Ali İsmail Korkmaz, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert ve Mustafa Sarı’nın fotoğraflarının duvara yansıtılışı hala gözümün önünde canlanıyordu sanki.

MELİKE FUTTU                                                     

Roger Waters konserinin etkilerini hala üzerimden atamamıştım.  Gezi direnişine gönderdiği bin selam’ı unutmak mümkün değildi. Gezi olaylarında yaşamını yitiren beş kişi Ali İsmail Korkmaz, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert ve Mustafa Sarı’nın fotoğraflarının duvara yansıtılışı hala gözümün önünde canlanıyordu sanki.

Pangea’yı Hatırla

Gülden Treske

Çitlembik Yayınları

125 sayfa.

 

Gezi direnişinde hayatını kaybedenleri ‘devlet terörüyle ölenler’ ifadesiyle anışı, yaşanan can kayıplarını nedensiz bırakmayışı ise konseri tam anlamıyla gezi protestosu olarak anlamlandırmamı sağlamıştı.  Roger Waters o günden sonra benim için tam anlamıyla ‘aktivist sanatçı’ kimliğini kazanmıştı artık.  Türkiye’de de aktivist sanatçılara, onların görünürlüğüne ihtiyaç var diye düşündüm kendi kendime.

İşte tam da bu sırada L. Gülden Treske’nin Çitlembik Yayınları aracılığıyla okuyucularla buluşan yeni kitabını ‘Pangea'yı Hatırla-Henüz Böyle Ayrılmamıştık’ alıyorum elime. Daha önce yine Çitlembik Yayınları aracılığıyla ‘Sinemadan Çıkanlara Öyküler’ adlı bir öykü kitabı yayınlanan Treske, her bir öyküsünde Pangea’dan bakarak okuyucuya gözlemlerini sunuyor.

Yarınlar için özür

Umut dolu satırlar ararcasına, sayfaları bir bir çeviriyorum ve yazarın, ‘Yarınları için özür dilediğim tüm genç ve çocuklar için’ atfıyla kitaba başladığını görüyorum. Birden fotoğrafların yansıtıldığı konser sahnesi tekrar gözümde canlanıyor. Bir ses fısıldıyor sanki kulağıma ‘Ethem, Mustafa, Mehmet, Abdullah, İsmail ve maalesef adını bile bilemediğimiz diğer yoldaşlar için’… Ardından her sayfasında direnişe selam arayarak, heyecanla okumaya başlıyorum kitabı. Aklımın bir köşesinde duran “aktivist bir yazarla mı tanışıyorum? “ sorusuna cevap aramayı da ihmal etmiyorum.

Yazar, ‘Pastanın En Büyük Dilimi’ adlı öyküye Leonard Cohen’in ‘Everbody Knows’ şarkısından yaptığı alıntıyla başlıyor. Farkında olmadan mırıldanmaya başlıyorum; “Everybody knows, everybody knows that's how it goes. Everybody knows…” (herkes bilir, herkes bilir, bu işlerin böyle gittiğini herkes bilir…) Cohen, bildiği her şeyi hatta herkesin bildiği fakat üstünü örttüğü gerçekleri anlatır bu şarkıda dinleyicilerine.  Treske de yaşamı toplumsal cinsiyet rolleriyle sarmalanan üç kadının başkaldırısını ‘tekne kazıntısı’ Yeter, ‘beden işçisi’ bir anne ve ‘kabullenen’ Nilüfer öğretmen üzerinden kurguluyor hikâyesini ve herkesin bilmekten korktuğu gerçekleri. Yeter’in önüne koyduğu en büyük pasta dilimiyle,  Nilüfer Öğretmen ilk kez başkaldırdığını hissetmişti hayata karşı. “Her zaman pastadan en büyük dilimi alacaksın” demişti Yeter’e tüm öğrencilerinin gözü önünde. Bu üç kadının başkaldırısı bana direnişin kadınlarını hatırlatmıştı bir anda. Yeter, direnişin ilk gününden direnişin sembolü olan ‘kırmızılı kadın’a, Nilüfer Öğretmen, Toma’nın karşısında kollarını açıp hiç kıpırdaman duran kadına, anne ise ‘direnen annelere’ dönüşüvermişti bir anda gözümde…

L. Gülden Treske, ‘Günaydın Yeni Güne’ ismini verdiği öyküsünde de üç kadın üzerinden kurguladığı hikâyesini anlatmaya devam ediyordu. Uykumuzdan uyanışımızı kaleme almıştı sanki. Her birimiz ‘günaydın’ demiştik yeni bir güne, umut dolu günlere… Kadınlar’ın Gezi direnişine her açıdan aktif olarak katılışı, emeklerine, kimliklerine ve bedenlerine sahip çıkışlarıydı bir nevi. Hikâyedeki üç kadının da dilediği gibi; pastadan en büyük dilimi almak değil, pastanın eşit dilimlenmesini ya da herkesin istediği dilimi alarak az çok doyması için direndi her biri.  Hiç şüphesiz, bu yüzdendir seslerini ve isyanlarını birleştirişleri.

Bir bakıyorum ki kitabın son hikâyesine gelmiş sıra. ‘Önce Dereler Kurur’ adını verdiği bu öykü, kitabın direniş sürecinden bağımsız olarak okunamayacağını kanıtlar nitelikte. Yazar, sanatçı öngörüsüyle Gezi direnişi için yazmış bu kitabı diyor insan kendi kendine. ‘#Diren’ diyor parktaki tüm gençlere güç vermek istercesine. 

Vali bir baba’nın kurulacak olan santrale karşı oğlunun ‘direnmemesi’ için kahvaltı sofrasında kurduğu cümleler tanıdık gelebilir. Hiç şüphesiz son zamanlarda kimi sofralarda yankılanmıştır engellemelerle dolu bu cümleler; 'Sakın seni görmeyeyim oralarda, grupların içinde, bilmem ne... Başlarım çevreciliğinize de... Gözünün yaşına bakmam!...'  Karşılaştığımız mikro faşizmlerin her zaman özellikle direniş süresince, makro faşizmin egemenliğini pekiştirmeye çalıştığı aşikâr diyorum kendi kendime. Ardından Gülnür karakteri, Fıratı da yanına alıp yapılan santrale, babaya ve devlete karşı direnerek umutları tekrar yeşertiyordu. Ansızın bir el Fırat ve Gülnur’u kalabalığın içinden çekip çıkardı.

“Hiç bilemeyeceğiz… Tüm bunlar gerçekten oldu mu? Yoksa hepsi yağmurlu bir günde, bir gösteri kargaşasında, yedikleri gaz ve darbe karşısında gördükleri kolektif bir rüya mıydı? “

Aktivist bir sanatçıyı, özellikle ‘aktivist kadın bir yazar’ ı keşfetmiş olmanın hazzı ile kitabın sonsözünü okumaya başlıyorum:

Pangea’yı Hatırla’nın mimarı L. Gülden Treske, bize içtenlikle hatırlatır, ‘henüz böyle ayrılmamıştık’ diyerek: “ Son sözümü de ülkemdeki ve dünyadaki bitmez tükenmez ayrılıklara bitmeleri dileği ile adıyorum.”

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ