Cengiz Çandar: Hrant Dink cinayeti: Bu dava böyle ‘yürümez’!

Radikal gazetesi yazarı Cengiz Çandar, ‘Hrant Dink cinayeti: Bu dava böyle ‘yürümez’!’ başlıklı yazısında, Dink davasında gelinen noktayı eleştirerek şu anekdotu aktardı: “Başbakan Tayyip Erdoğan, Hrant’ın evine taziyeye gitmişti. Pek hoş bir başsağlığı ziyareti olmadı. Acısı çok derin ve üstelik çok taze olan aile ile Başbakan arasında gereksiz bir tartışma yaşanmıştı.”

Çandar’ın yazısı şöyle:

Altı yıldır yani Hrant’ın kahpece öldürüldüğü 2007 yılından bu yana Hrant Dink cinayeti davasını izliyorum. Beşiktaş’taki duruşmalara gidiyordum. Hatta duruşma salonunun pejmürde halini, sanıklarla tanıkların, savunmanın ve izleyicilerin birbirine girmiş olduğu, sanıkların, mahkeme heyeti tarafından önlenmeyen laubali tavırlarını gözlediğim bir celsenin ardından yazdığım ‘Bu salondan adalet çıkmaz’ başlıklı bir yazıdan ötürü hakkımda dava da açılmıştı.

O salondan gerçekten de adalet çıkmadı. Karar celsenin ardından, iki yanımda Hrant’ın iki kardeşi, kırgın ve öfkeli bir topluluğun en arkasında yer alarak, Beşiktaş’tan Agos’a ‘izinsiz gösteri’de yürümüştük. Akaretler’den Valikonağı’na kadar akşam trafiğini aksattığımız için polis bize karşı biber gazı kullanmamıştı. Olaysız biçimde Agos’a varabilmiştik.

Karar, sadece o celsede hazır bulunanlarda değil, tüm kamuoyunda öyle bir infiale yol açmıştı ki hükümet çevreleri “Daha yargı süreci tamamlanmadı” açıklamasını yapmayı ve Yargıtay aşamasını hatırlatmayı gerekli görmüştü.

Nitekim Yargıtay 9. Ceza Dairesi, mahkemenin sanıklar hakkında örgüt yönünden vermiş olduğu beraat kararını bozdu, Hrant Dink cinayeti davası böylece yeniden başlayacak oldu. Hem de Hrant’ın doğum gününden iki gün sonra, bu kez, Beşiktaş’ta da değil, Çağlayan’daki yeni görkemli adliye binasının büyük salonunda.

Bu ‘yeni salon’dan adalet çıkmasından umutlu olunabilir mi?

Yetvart Danzikyan, iki gün önce Radikal 2’deki mükemmel yazısında ‘Bu dava böyle başlamaz’ başlıklı yazısında, nedenleri sıraladı. Ve dün Çağlayan Adliyesi’nin önünde ‘Hrant’ın Arkadaşları’ adına Gülten Kaya, geleneksel açıklamayı okudu ve aynı şeyleri tekrarlayarak “Bu müsamere artık sona ermelidir” dedi.

Hrant Dink cinayeti davası öyle bir noktaya gelmiş durumda ki ‘adalet’in çıkabilmesi, yargıdan ziyade yürütmeye bağlı. Zaten, Yargıtay’ın bozma kararı sanıkların ‘silahlı terör örgütü üyesi’ olarak yargılanmış ve bu iddia karşılığında ‘beraat’ etmiş olmalarıyla ilgili. Yargıtay, “Örgüt var” diyor ve ama bunu ‘terör örgütü’ değil ‘suç örgütü’ olarak değerlendirerek, yargılamanın ve hükmün buna göre verilmesini ister durumda.

Bu yaklaşım, ‘devlet’i tümüyle ‘cinayet denklemi’ dışına çıkartarak, bir nevi ‘aklayan’ bir sonuç doğuracak. Cinayet, kala kala, Trabzon’un Pelitli beldesinde ‘Türklüğü aşağılamak’ suçundan yargılanmış, mahkûm olmuş ve cezası Yargıtay tarafından onanmış olan Hrant Dink’e kızan bir grup gencin onu ‘cezalandırmak’ üzere aralarında bir ‘suç örgütü’ oluşturmalarıyla açıklanacak ve hüküm de buna göre verilecek. Yargıtay’ın yakın tarihimizin en utanç verici ırkçı cinayetine yaklaşımı bu şekilde.

Yani, Yargıtay’ın bozma kararı, “Terör örgütü üyeliği suçundan beraat veremezsin, suç örgütü üyeliğinden ne vereceksen ver” şeklinde anlaşılmaya uygun.

Hrant Dink ailesi de zaten bunun üzerine, dün Eyüp Can’ın Radikal’deki köşesine taşıdığı dramatik açıklamayı yayımlayarak, bir tür, bu ‘davadan çekildiğini’ ilan etti. Eyüp Can’ın yazısına taşıdığı açıklamayı tekrar tekrar, dikkatle, satır satır okumakta yarar var. Şu cümlelerine, Türkiye’nin adalet ve de siyaset tarihinin siciline ait bir ‘ibret belgesi’ olması amacıyla bir kez daha yer vereyim:

“Dink ailesi olarak, bundan böyle, bizlerle alay eden devlet mekanizmalarının oyunlarına alet olmayacak ve cinayet davasının yeniden görülmeye başlanan duruşmalarına katılmayacağız. Daha fazla kirlenmemek adına, yalanın su gibi içildiği, zorbalığın ekmek gibi yendiği, yaşam hakkı, insan hakkı, doğruluk, dürüstlük, hak ve hukukun ayaklar altına alındığı o duruşma salonlarına artık girmeyeceğiz. Son olarak Yargıtay’ın yerel mahkemenin kararını bozan hükmü, sinsice hazırlanmış yeni bir oyunla, var olduğunu tespit ettiği örgütü birkaç milliyetçi gençle sınırlayarak bizlerle bir kez daha alay etti. Yetmezmiş gibi, Yargıtay’ın bu kararı sanki olumlu bir adımmış gibi yansıtılarak kamuoyu bir kez daha yanıltıldı.

Bu davada, devletin cinayet mekanizmalarının ve suç ittifakının ortaya çıkarılması konusunda gereken tek şey siyasi iradeydi. Siyasi iktidar, kamuoyu önündeki türlü sözlerine ve vaatlerine karşın, bu iradeyi göstermekten ısrarla kaçındı. İrade göstermek bir yana, cinayette yer alan veya katilleri yücelten devlet görevlilerini terfi ettirdi, emniyet müdürü, müsteşar, vali, ombudsman olarak atadı; bazılarını da kendi bünyesine katarak, milletvekili, bakan yaptı...

İktidar, kendi döneminde işlenen bu cinayeti ‘namus’ meselesi haline getirmek yerine koz olarak kullanmayı, silah sadece kendilerine doğrultulunca suçluları yargılamayı, cumhuriyet tarihi boyunca yüksek sesle insan hakları mücadelesi vermiş tek Ermeni’nin öldürülmesini yok sayıp ‘Bizim zamanımızda faili meçhul olmamıştır’ diye böbürlenmeyi seçti. Cinayetin hemen ardından ‘Bu kurşun Türkiye’ye sıkılmıştır’ demek ama sonra bu icraatı göstermek onursuzluktur. Doğrudur! Bu cinayet faili meçhul değildir: Fail, muhalefeti ve iktidarı, askeri, polisi, istihbaratı ve yargısıyla devlettir.

Biz artık bu müsamerede yokuz. ‘Bu mahkemenin kararı şundan iyiymiş’lerden, ‘Bu, yapmak istiyormuş da yapamıyormuş’lardan, ‘Şu aslında iyiymiş de çevresi kötüymüşler’den sıkıldık...”

Hrant Dink ailesinin yerden göğe hakkı var. Aktardığım son cümlelerin içine ben de giriyorum ve ne kadar haklı olduklarını o nedenle de teslim ediyorum. Şöyle:

Hrant’ın ölümünden birkaç gün sonraydı; Başbakan Tayyip Erdoğan, aralarında bazı bakanların ve dönemin İstanbul Valisi, bugünün İçişleri Bakanı’nın da bulunduğu kalabalık bir refakatçi topluluğuyla Hrant’ın evine taziyeye gitmişti. Pek hoş bir başsağlığı ziyareti olmadı. Acısı çok derin ve üstelik çok taze olan aile ile Başbakan arasında gereksiz bir tartışma yaşanmıştı.

Başbakan, cenaze evinde bulunduğunu ve ailenin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olduğunu bir an için unutmuş olsa gerek, acılı ailenin tepkisel bazı sözleri üzerine, anlamsız biçimde Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde Ermenistan’ın ‘olumsuz’ tavırlarını gündeme getirmişti. Başsağlığı ziyareti ailenin belleğinde çok buruk bir tat bırakmıştı. Hatta, ‘Keşke bu ziyaret hiç olmasaydı’ dendiğini de işittim.

Bütün bunları biliyorum çünkü Başbakan, evden ayrıldıktan 5-10 dakika sonra ben o eve vardım; sıcağı sıcağına diyalogları dinledim ve bir de kalkıp, ‘Başbakan’ın yanlış anlaşılmaması’ ve ‘Tayyip Erdoğan hakkında olumlu düşünmeleri’ için, o anın haletiruhiyesi içindeki kırgın ve öfkeli aileyi ikna etmeye çalıştım.

 

Başbakan, o görüşmede aileye, ‘failleri yakalayıp adalete teslim etmek’ konusunda elinden geleni yaptığını (Ogün Samast zaten yakalanmıştı o sırada) ve yapacağını, kendisine güvenebileceklerini ama durum ‘yargıya intikal ettikten sonra’ bir şey yapamayacağını açık açık söylemişti.

Gelgelelim, o gün bugündür, gerek Cumhurbaşkanlığı ve gerekse Başbakanlık Denetleme Kurulu raporlarının gereğini bile, ‘yürütme olarak’ yerine getirmedi. Radikal’in dünkü sayısının 7. sayfasında İsmail Saymaz’ın ‘Dink Ailesi nasıl bu aşamaya geldi?’ başlıklı haber yazısını herkes kesip saklasın. “6 yıldır cinayette ihmali ya da kastı olduğu iddia edilen bütün kamu görevlileri terfi etti” diye yazıyor ve tek tek hepsinin –isimlerini vererek- nereden nereye yükseldiklerini anlatıyordu.

Bu haberi, en başta Tayyip Erdoğan da kesip saklamalı ama her şeyden önce dikkatle okumalı. Ardından hafızasını zorlamalı; Hrant Dink’in evinde neler söylediğini hatırlamalı. Hadi, ‘yargıya karışamaz’dı, ‘yürütmeden de mi sorumlu sayılamaz?’

‘Bu dava böyle başlamaz’. Böyle de yürümez!