İçine yağmur yağan evler

Orhan Berent, bir aile hikâyesi anlatıyor bu hafta. Başrolde ise oğlunun ölümünü kabullenemeyen, torununa “anlamasa da hissedeceği” gerçekleri anlatan ve “esrarengiz” bir geçmişi olan Necmiye babaanne var.


Mehmet askerde. 1914 İzmir. Üst soldan ikinci.

ORHAN BERENT

Kan ter içinde kalmıştı. “Yok yok burada da yok...” diye mırıldandı. Sonra biriken onca gerilimin ve arayıp da bulamamanın sıkıntısıyla haykırdı. “Çalmışlar... Oğlumu çalmışlar!” Kadın çaresizlikle sokak kapısını açıp dışarı fırladı. Tam tekrar avazı çıktığı kadar bağıracaktı ki, kapıda duran jeepi fark etti. Kayınpederi içinden iniyordu. Ona doğru koştu.

“Baba baba Orhan’ı bulamıyorum onu çalmışlar!”

Jeepten inen ciddi tavırlı ve her halinden sinirli biri olduğu belli olan adam, kadına sert bir bakış fırlattıktan sonra şaşkın şaşkın onları seyreden şoföre dönüp adeta hırlıyarak:

“Ne duruyorsun basıp gitsene deyyus. Bizi mi seyrediyorsun? Bu ne cüret!”

Şoför bu lafı ikiletmedi. Şaşkın bir halde aceleyle aracı vitese taktı ve adama belli belirsiz bir baş selamı verip sokağı terk etti. İhtiyar adam gelinine dönerek çıkışır gibi bir sesle:

“Ne yapmak istiyorsun, bütün komşuları başımıza mı toplayacaksın kızım. Çabuk gir içeri! Bulurum şimdi onu, merak etme...” 

Adam sanki torununun kaybolmasından ziyade etraftakilerin bir şeyler görüp duymasından endişe ediyor gibi geldi kadına bir an için.

“Benim bebeğim kaybolmuş baba, elalemden bana ne!” dedi hafif isyankar bir tonla.

İhtiyar adam renk vermedi bu lafa. Zaten gelini de sert bir cevap alırım korkusuyla gözlerini kaçırmıştı hemen. Aceleyle birkaç basamak merdiveni çıktı ve aralık kapıyı ittirip eve girdi. Bir taraftan da alçak bir sesle belli belirsiz şarkı söyler gibi Türkçe-Rumca karışık küfrediyordu. Gelini onun kendi kendine söylenmesini şaşkınlıkla takip ederken sıra Bulgarca küfürlere geldiğinde kulaklarına kadar kızardı. Suyun öbür tarafındaki okulda çok iyi Makedonca öğrenmişti. Kulak dolgunluğu vardı bu türden pis laflara. Utançla başını öne eğdi. Nasıl bir yere düşmüştü böyle...

Adam etrafa bakınırken aceleyle göğüs cebindeki paketi çıkarıp bir sigara yaktı ve gözleri iri iri açılmış hala titreyen genç kadına bakarak:

“Necmiye nerede?”

“Bi… bilmiyorum...” diye kekeleyerek cevapladı kadın. “O da ortada yok.”

Adam başını hızlı hızlı sallayarak:

“Anlaşıldı... Kızım sen buradan ayrılma sakın, merak etme ben hallederim” deyip mutfağa yöneldi. Mutfağın içinden geçip artık basamaklarının keskin tarafı aşınmaktan iyice yuvarlaklaşmış merdivenlerden inerek bahçeye çıktı. Ortadaki gül bahçesini tavaf eder gibi dolaşıp kenar köşeye iyice baktı, sonra yan taraftaki küçük limonluğa doğru seğirtti. Gelini bahçeye açılan mutfak merdivenlerinde oturmuş, bakışlarında binbir umut onu takip ediyordu. Öyle ya, kayınpederinin bildiği bir şey vardı ki, bulacağım onu demişti. İhtiyar adam merdivenlerde onu bekleyen kadına belli belirsiz elini sallayarak sarmaşıkların bir duvar gibi örtüp gizlediği yan bahçeye geçti. Evet aradığını bulmuştu! Buradalardı…

Odunluğun kapısında kucağındaki bebekle oturan ihtiyar kadın onu görünce hemen toparlandı, yakasını düzeltip düğmelerini ilikledi. Fakat geç kalmıştı. Adam ne yaptığını fark etmişti bile. Şaşkınlıkla karısına:

“Necmiş sen ne yapıyorsun Allah aşkına. Bebeği annesinden kaçırdığın yetmiyormuş gibi bir de emzirmeye mi kalkıyorsun?”

İhtiyar kadın yüzüne sinen utanç dalgasını def etmek istiyormuşçasına üste çıkar gibi: “Sana ne! O benim oğlum. Emziririm de öldürürüm de.”

İhtiyar adam anlayışlı bir tavır takınmaya çalışarak:

“O senin çocuğun değil Necmiş. Yapma artık, ver onu bana annesine götüreyim.”

Kadın bebeği sıkı sıkı vücuduna bastırarak: “Hayır vermem” diye diretti. “O benim oğlum, vermem.”

Bu inatlaşmanın olumlu bir neticeye götürmeyeceğini hisseden adam onun yanına ilişip anlayışlı olmaya çalışan bir sesle:

“Kim söyledi sana oğlun olduğunu, de bakalım bana.”

İhtiyar kadın gözleri parlayarak:

“Antranik Paşa. O söyledi, Halep’e gelmişti. Bana o söyledi. Sen onunla da harp ettin mi Mete?” 

Eskiden beri dili dönmediği için kocasına Mehmet yerine Mete diyordu kadın. İhtiyar adam içinden bir la havle çekip kadına gözlerini dikerek:

“Hayır ben İngilizlere karşı harp ettim, hep cenup cephesindeydim. Antranik de Halep’e falan gelmedi. Üffff nereden çıkarıyorsun bunları şimdi. Divane oldun yine. Hadi ver artık şu çocuğu annesine götüreyim.”

Elini uzatır gibi yaptı. Kadın aniden sırtını ona dönerek:

 “Vermeyeceğim işte, o benim oğlum.”

“Bizim oğlumuz öldü Necmiş, tam 10 sene geçti. İnat etme hadi ver onu bana.”

Karşısındaki bu lafları duyunca gözyaşları içinde:

 “Yalan söylüyorsun bu benim oğlum.”

Yapacak bir şey yoktu. Bir süre konuşmadan oturdular. Bu arada genç kadın sarmaşıkların oraya kadar gelmiş, aradaki açıklıktan onları seyrediyordu. Oğlunun bulunmasına sevinmişti, fakat çekingenlikten yanlarına gidemiyordu. Adam gelinine yine belli belirsiz bir el hareketiyle havada bir şeyleri fiskeliyormuş gibi gitmesini işaret etti. Karısı genç kadını fark etmişti. Tıslar gibi:

“Macır kızı, nolcak...”

Kayınpeder, yaşlı karısına dönerek:

“Ayıp ediyorsun ama kıza...”

“Olsun... O macır kızı, ben değilim. Ben macır değilim, değilim, değilim.”

Susturmak için üstüne gitmedi adam. Alttan alarak:

“Tamam sen macır değilsin, o macır.”

“Sen de macırsın di mi Mete?” dedi kadın kıkırdıyarak.

“Hey Allah’ım sen bana sabır ver...”

Yan yana oturan iki ihtiyar bir müddet konuşmadan oturdular. Sessizliği bozan kadın oldu. Hayal kırıklığına uğramış bir sesle:

“Ne yani bu benim oğlum değil mi?”

 “Hayır değil, o bizim torunumuz. İkinci oğlumuzun çocuğu.”

Kadın cevap vermedi. Adam bundan cesaret alıp elini bebeğe doğru uzatarak:

“Hadi artık ver onu bana. Yeter bu kadar.”

Kadın bıkkın bir şekilde:

 “İyi tamam alın be. Herkesin çocuğu bulundu bir tek benimki yok ortada” diyerek bebeği ona uzattı.

Adam bebeği kucaklayıp acele acele bahçeden mutfağa doğru yürüdü. Gelini merdivenlerde onu bekliyordu. Çocuğu vermeden önce yüzünü onun kulağına yaklaştırıp usulca fısıldadı:

 “Senin adın Mehmet, sen Mehmet Orhan’sın. Mehmetlerin oğlusun.”

Çocuğu teslim ettikten sonra geri dönüp tekrar limonluğun oradaki küçük bahçeye yöneldi, karısının yanına oturarak:

“Bir daha böyle bir şey yaptığını duymayacağım, anladın mı?”

“Ne yaparsın, yine tabanca mı çekersin?” diye hafif alaylı bir edayla cevap verdi ihtiyar kadın. Bu sefer utanma sırası ihtiyar adama gelmiş gibiydi. Beriki fırsatı kaçırmadı, inadına üstüne üstüne gitti.

“Kaç kere silah çektin bana Mete?”

Adam cevap vermedi. Sıkıntılı ve bezgin bir tavırla ayağa kalkıp elini kırk küsur senelik karısına uzatarak:

“Hadi gel evimize girelim artık.”

Kadın uzatılan ele tutunarak zorlukla ayağa kalktı, kocasının koluna girdi. İki ihtiyar beraberce eve doğru yürüdüler.

“İstersen dışarı çıkalım, biraz dolaşırız. Ferahlarsın.”

“İstemem. Sokakta bir kadın var, ne zaman evinin önünden geçsem yüzüme toprak çalıyor.”

Adam kaygıyla karısına bakarak:

“Neden böyle bir şey yapıyor ki?”

İhtiyar kadın boştaki elini yüzünde dolaştırarak hafif bir gururla:

“Yanaklarım çok kırmızıymış, güzelmişim. Beni kaçırırlarmış kervandan, o yüzden.”

“Tamam, sokağa çıkmayalım, sen ilaçlarını da içmemişsin anlaşılan. Önce ilaçlarını iç, sonra uyu. Akşama çıkarız.”

“Peki” dedi kadın başını kocasının koluna yaslayarak. “Sen nasıl istersen öyle olsun. Eve hep böyle erken gel olur mu? Sen olmayınca korkuyorum.”


Necmiye 1930 İzmir.

Kadın bahçeyi süpürüyor arada pencereden içeri göz atıyordu. Misafir gelmiş kayınvalidesi bir koltukta oturmuş kitap okuyor, üç yaşındaki oğlu da divanda uzanmış yatıyordu. “Amaaaaan eserli meserli ama en azından çocuğa göz kulak oluyor” diye içinden geçirdi. “Şu işlerim bitsin ikindiyi de kaza edip oğlumu devralırım. Beynamaz bunların ikisi de, bir secdeye varayım demez oturur böyle kitap, gazete okurlar. Oturduğu oda da ölmüş oğlunun. İnsan bir kuran okur onun ve ölmüşlerinin ruhuna… Ama nerde bunlarda...”

İki büklüm geniş bahçeyi süpürmekten beli ağrımıştı. Gerinmek için ellerini beline götürüp göğsünü ileri ittirdiği sırada bir an gözü pencereye takıldı. Fakat içerde neler oluyordu öyle?

Pencereden içeri odaya doğru dikkatini verdi. Sanki birisi yukardan bir hortumla su tutmuş gibi tavandan sular yağıyordu. Yağmur? Hem de içerde? Bu güneşli yaz günlerinde mi? Saçma olduğunu bile bile gözlerini gökyüzüne çevirdi. Çatı! Çatıda bir şeyler oluyordu. Geri geri yürüyüp bahçe duvarına kadar geldi ve kiremitlere uzaktan baktı. Belki de tavan arasında… Fakat bu harabenin tavan arası yoktu ki... Koşarak bahçeyi boydan boya geçti ve evden içeri daldı.

“Ne var, ne oluyor, ne geldin?”

Kayınvalidesi oturduğu koltuktan sert bakışlarıyla ona bakıyordu, kucağında kitabı.

Kekeleyerek cevapladı kadın:

“Bir an yukardan su akıyormuş gibi geldi de.”

“Ne diyorsun sen, anlamıyorum.”

Genç kadın hala şaşkın şaşkın kupkuru tavanı inceliyordu. Yemin edebilirdi ki, burada bir dakika evvel odanın tavanından oluk gibi su boşalıyordu.

“Saçlarınız, saçlarınız ıslanmış…”

“Ne var bunda, sana ne! Hava sıcak geldi ben ıslattım. Sen bahçeyi süpürdün mü, bitti mi işin?”

Kadın cevap vermeden kalakaldı öyle. Bakışları ihtiyarın kucağındaki kitaba takıldı. Siyah, ciltli bir şeydi. Uzakta olduğu için kitabın kapağından ismini seçemiyordu. Ne yazıyordu ki böyle? Ge-no-çi-de. Ne ki bu şimdi? Onun halini gören ihtiyar kadın hafif alaylı:

“Lisan var mı kızım sende?”

“Var, Sırpça’yı, Makedonca’yı iyi bilirim bir de az buçuk Arnavutça.”

“Amanın Sırpça da bilirmiş, sevsinler. Yağ içinde böbrek.”

“Efendim anne, anlamadım da…”

İhtiyar kadın cevap vermedi. Küçük çocuk da yattığı yerden annesini ve ninesini seyrediyordu. Sessizliği genç kadın bozdu:

“Nece bu kitap peki?”

“Fransızca… Mete getirtti evropadan”

“Siz Fransızca mı biliyorsunuz anne?”

İhtiyar kadın yine alaylı:

“Bilmesem neden okuyayım. İyi bilirim hem de. İtalyancayı da iyi anlarım. Az daha öğretmen çıkacaktım ben.”

Karşısındaki bu bahsi hiç duymamıştı kocasından. Demek kayınvalidesi öğretmen okulunda okumuştu. Merakla:

“Peki neden öğretmenlik yapmadınız?”

İhtiyar kestirip atarak:

“Seferberlik çıkmıştı. Hem senin aklın ermez böyle şeylere.”

Sonra hafifçe gözlerini kısıp devam ederek:

“Bu kitabı Orhan’a okuyordum…”

Genç kadın dayanamamış saf saf gülmeye başlamıştı.

“Bir damlacık çocuk Fransızca mı anlarmış anne? Ömürsünüz valla…”

“Kes şu gülmeyi, anlamasa da hisseder.”

Hiddetlenmişti.

“Al çocuğunu da git buradan. Ne yaparsan yap rahat bırak beni.”

Genç kadın somyadan çocuğunu kucağına aldı ve odadan çıkmaya hazırlanırken arkasından sanki ona söylemiyormuş da başka birisine anlatırmış gibi:

“Bu odada ölmüş oğlum yatardı. 10 sene oldu o gideli. Çiçekler içinde yolcu ettik. Hâlbuki bir zamanlar doğmasını hiç istememiştim biliyor musun? Düşüreyim diye elimden geleni yaptım ama o yaşamak istedi. Sonra Allah baba 34 yaşında onu aldı benden. Ama senin kocanı isteyerek doğurdum, bunu bil.”

Gelin yufka yürekliydi. Bu ihtiyara hem kızıyor hem de çok acıyordu. Eskiden aklının alamadığı bazı şeyler olmuştu, şu hiç görmediği kaynının ölümü gibi. Sadece o da değil. Bu kadında garip bir şeyler vardı ama izah edemiyordu. Kocası da çok ketumdu. Ne zaman bir şeyler sorsa kestirip atıyordu. Bir an yanına gidip teselli edici bir şeyler söylemek istedi fakat çekiniyordu. “Şimdi yine kırıcı bir şeyler söyler de neme lazım. Kaynatam geldiğinde biraz daha oturur yemek yiyip giderler. İyi ki ayrı eve çıkmışlar geçen sene. Yoksa ne yapardım bunlarla…”

Odadan çıkıp salona girdi. Oğlunu divana oturttu.

“Sen de koca çocuk oldun hala kucak, hala kucak be oğlum. Ağırlaştın da iyice…”

Radyoyu açtı, istasyonları dolaşarak Rumeli havaları aradı. Bulduktan sonra akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa yöneldi. İçerde kayınvalidesi kendi kendine mırıldanıyordu âdeti olduğu üzere ve sonraki yıllarda sık sık yapacağı gibi:

“Anlamasa da hisseder, anlamasa da hisseder, anlamasa da hisseder…”

 

1940’lar Kumkapı.

 

1953 Bursa Yeniköy.

 

Seta 1953 Bursa Yeniköy.

 

Annik, Seta, bir akraba, Necmiye, Mehmet 1953 Bursa Yeniköy.

Kategoriler

Güncel Yaşam