Şimdi ihtiyar bir hergele oldum

“Çocukken ilk dişim çekildiğinde sadece hafif hafif sızlıyordu, sonra annem tuzlu suyla gargara yapmamı salık vermişti. Önce bir şey anlamadım, bilirsin ağırkanlıyım. Zonklama başladığında yerimden zıplamıştım. Senin başına geleni ilk öğrendiğimde de böyle olmuştu. Sonra sonra ağrısını hissettim.” Orhan Berent yazdı.

ORHAN BERENT

“enter suicidal angels”

Sen ölmüştün ya hani yıllar önce… İşte bu yüzden sürekli aynı yaştasın, 23’ünde… Ben ise yaşadım, ellisine merdivene dayadım, bıkkın, ihtiyar bir hergele oldum. Biliyor musun? Ara sıra sokakta rastladığım göz makyajı abartılı kadınları uzun uzun inceliyorum. Senin stilin de öyleydi. Kirpiklerinde rimel, göz kapakların koyu yeşil… Özellikle geçkince tiplere gözüm takılıyor. Gözaltları torbalı, bellerinde can simidi gibi kat kat yağlar ve hayattan bezmiş olanlara… Yaşasaydın sen de onlar gibi mi olacaktın?

Biraz klişe bir laf, fakat hayat ne garip değil mi? Seni hatırlatan her şeyden uzak dururdum önceleri. Ama yirmi küsur sene önce hayatına son verdiğin yerin, hemen bir sokak ötesiydi iş yerim. Uzaklaşamamıştım. Sabah gelir ve akşam dönerken, gözüm o binaya takılırdı. Hâlâ yerinde duruyor batasıca. Kimse de “şu çirkin apartmanı yıkalım artık” demiyor. “Tanrı’nın acı alayı”… Kim söylemişti bunu? Bildin Borges.  Borges okuyan entel kız. Kirpiklerinde koyu rimel, tırnaklarında bordo oje... “Yolları çatallanan bahçe”...

Seni hiç kimse sevmiyordu çalıştığımız yerde. Galiba kadınlar asla senin gibi olamayacaklarından, erkekler de seni elde edemeyeceklerini bildiklerinden. Nemrut, kendini beğenmiş, sigara üstüne sigara içen, entel, dantel, kirpiklerinde koyu rimel, tırnaklarında bordo oje, güzel sanatlar mezunu… Beni severlerdi ama. Askerliğini bekleyen, çalışmaya hevesli parlak bir delikanlı…

Şimdi uzun zaman geçti, ne vesileyle tanıştık hatırlamıyorum. Kitap mevzusundan olmalı. Oku babam oku... Elime ne geçerse... Sanki okumak kurtaracak da… Seninkiler de daha bir garipti. Pavese, Brautigan, Nilgün Marmara… Önce intihar eden ve edecek sanatçılar korteji, sonra Sartre, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay... Hala kulaklarımda Tutunamayanlar’ı bana verirken söylediklerin. “Oku bak, kendini bok gibi hissedeceksin, çok değişik.” Ah alacağın olsun... Tabii ki Tezer Özlü de var. “Kasım ayı, ölüm ayı...” Sahi sen ne zaman ölmüştün Suna? Tezer Özlü’den önceydi bu kesin… Eskiden okuduğun bir kitabı arıyordun, o zamanlar baskısı tükenmişti. Yalnız Bir Avcıdır Yürek… Kitapçı kitapçı dolaşıp onu arardık. Yazarına özeniyordun, ne kadar saklasan da seziyordum. Carson McCullers... Yirmi üç yaşında ünlü olmuş...

Büyük mağazaların altında salaş olmaktan da öte çiş kokan bir kafeterya vardı hep oturduğumuz. İki yanı umumi tuvalet. Çayları da ortamına uygun, lağım suyu kıvamında. Ama seyirlik bir yerdi, çarşının tam ortasında. Bir oyunumuz vardı, gördüğümüz insanlara ya da herhangi bir objeye anlamlar yükleyip kısa öyküsünü kurgulardık. Sinir bir oyundu mızıkçılık yapardım. “Başlarım çay kaşığına, çay kaşığının da öyküsü mü olurmuş?” Beni askere yollarken, “Gidip de kendini öldürtme oralarda” demiştin. Ama döndüğümde sen yoktun. Asıl mızıkçı olan sendin. Biliyorsun...

Bazen de bu kitap peşine düşmeler başını derde sokardı. Sapa bir sokaktaki kitapçıdan eski Sol ve Onur Yayınları’na ait ne kadar kitap varsa toplamıştın da, ikinci gidişinden sonra peşine bir sivilin takıldığını iddia eder dururdun. Hatta bir gün, uzak bir masada oturan kendi halinde bir adamcağızı gösterip “İşte o, valla o adam” demiştin. Bizim gençliğimiz 12 Eylül’e denk gelmişti iki gözüm. Çaresizliği en başından öğrenmiştik. Şimdikiler öyle mi? Vallahi sokaklarda göğüs göğüse çarpışıyorlar. Biz ise tırsıp kalkmıştık masadan. Fakat o kitaplardan da epey okudum. Bazılarında zorlandım itiraf edeyim, atlaya atlaya okudum. Bana ne şimdi Gotha ve Erfurt programlarının karşılaştırmasından ya da Lenin’in Mehter Marşı’nı anlattığı Bir Adım İleri İki Adım Geri’sinden. Lakin Anti-Duhring’i sevmiştim. Yeni ufuklar açmıştı bende...

Deniz kenarındaki o kasaba mı, belde mi ne haltsa artık, oraya sigorta poliçesi pazarlamak için gitmiştik. Gör götüm yolları. Haldır haldır o sıcakta, kasabanın tozlu sanayi sitesinde dükkân dükkân dolaşmıştık bütün gün. İyi poliçe satmıştık lakin. Göbekli, kel, boyunlarında at nalı gibi kocaman madalyonlar olan dayılar senin cazibene dayanamamıştı. İtelemiştin hepsine, yangın sigortası, iş yeri sigortası, bok püsür sigortası. Odamda o günün gecesi yastığa kafamı koyduğumda, koridordan sızan soluk floresanın aydınlattığı kapının pervazına gözlerim takılmıştı. Yaz aylarıydı ve üstünde hamam böceklerinin resm-i geçidi başlamıştı. Kısa bir durum muhasebesi yapmıştım o an. Hayat anlaşılan hep böyle geçecekti. Görüp göreceğim en ilginç durum da zaten iğrenç olan o böceklerin bir de uçmaya kalkışmasıydı. Düpedüz münasebetsizlikti. Canım sıkılmıştı. Kalktım arka bahçeye çıktım. Sen kumsalda oturuyor, sigara içiyordun. Benim yanımda yoktu, odamda unutmuştum. “Bunu ortak içeriz” dedin. Derin bir nefes çektin ve yüzünü bana yaklaştırdın. Güzel bir tecrübeydi, hiç aklıma gelmemişti. Sigarayı öyle bitirdik ve “Hadi şimdi denize” dedin. Mayomuz yoktu ama ne fark eder. Kasıklarında koyu gölgeler. Fakat karanlık sularda kulaç atarken biraz ürktüm. Çok fazla açılmıştın. Bir şeyden bahsetmiştin, okul yıllarında bir kez denediğini. Ailen kurtarmış, hastaneye götürmüşler. Aklım gitmişti. Ya bu kız aynı şeyi bu gece yapmayı kafasına koyduysa? Bereket versin çabuk döndün. Gerçi kollarını boynuma, bacaklarını da belime doladığında bir an aklıma düşmüştü. “Tamam şimdi beni de dibe çekecek.” Ama yapmamıştın. Direnir miydim? Bilmiyorum. Fakat hayatımın en güzel gecesiydi. Sabahleyin diş fırçası bıyıklı pansiyoncu “Ben otelimde fuhuş istemem çocuklar, gidin buradan!” dediğinde de anlamıştım ki, dün gece bizi röntlemiş alçak herif. Hayat böyle bir şeydi işte.

Ben senin gibi genç yaşta yazar olmaya özenmedim, kırkından sonra yazmaya başladım. Birkaç kitap derlemesi, editörlük, dergicilik, ufak tefek işler… Ha şimdi ara sıra bir gazeteye de yazıyorum ayda bir falan. Ermeni gazetesi. Nereden çıktı bu diyeceksin. Sahi seninle bu konuları hiç konuşmamıştık değil mi? Çetrefilli hikâye şimdi anlatması uzun sürer. Bir on yıl oluyor rüyamda babaannemi görmüştüm. Kötü bir rüyaydı nasıl desem kadıncağızı diri diri gömmüşlerdi. Mezar açıldığında bir de baktım yanında günlük kullandığı şeyler, bardağı, gözlüğü, yelpazesi. Ne diyeceğini biliyorum, Jung Psikolojisinin Ana Hatları. O kitabı da sen vermiştin bana. Sonra epey gördüm ninemi rüyalarımda. Bir yerde okumuştum, “çok şey bilmek insanı mutsuz eder” gibisinden bir laf. Ben ne mutlu oldum, ne de mutsuz. Sadece öfkelendim. Hani mitolojide cehennemde akan bir nehir varmış adı Lethe. Suyundan içen tüm geçmişini unuturmuş. Meğer bizim memlekette her tarafta akıyormuş bu ırmaklardan. Zorla onun suyundan içirmişler bize. Asabiyetim kandırılmaktan… Biz Türktük ama ninem Soykırım’dan sağ çıkmış vaktiyle. Artık Robespierre’in fazileti değil, Danton’un vicdanı bana yakın geliyor...

Senden sonra birçok kadın tanıdım, bunu da itiraf edeyim. Hatta evlendim, çocuk sahibi oldum. Fakat ne hikmetse bunları bir programa uyup da yapmışım gibi bir his var içimde son zamanlarda. Belki de yaşlılık alametidir ne bileyim. Çocukken ilk dişim çekildiğinde sadece hafif hafif sızlıyordu, sonra annem tuzlu suyla gargara yapmamı salık vermişti. Önce bir şey anlamadım, bilirsin ağırkanlıyım. Zonklama başladığında yerimden zıplamıştım. Senin başına geleni ilk öğrendiğimde de böyle olmuştu. Sonra sonra ağrısını hissettim.

Ne zaman abartılı göz makyajı yapan bir kadın görsem seni hatırlıyorum. Ara sıra bizim öğrencilerden yazıya çiziye meraklı olanlar çıkıyor. Bir şekilde beni duymuşlar yanıma geliyorlar. Birçoğu da mühendislik öğrencisi, ne beklersin ki herkes Oğuz Atay mı olacak yani? Bakıyorum yazdıklarına, çoğu klişe romans. İşte o zaman terbiyesizleşiyorum: “Boş ver yazıyı çiziyi aslanım, sen karıya kıza takıl. Gençlik bu, bir daha gelmez.” Ne demiştim mektubumun başında hatırlıyorsan: “Şimdi ihtiyar bir hergele oldum.” 

Kategoriler

Şapgir