Lou Reed’in yasını tutmak

Patti Smith, rock müziğin büyük ustalarından, “NewYork’un şairi” Lou Reed’in yasını tutuyor. Gizem Yılmazer çevirdi.

PATTI SMITH

Pazar sabahı erkenden güne uyandım. Bir gece önceden okyanusa gitmeye karar verdiğim için yanıma bir kitap, torbama da bir şişe su aldım ve Rockaway Sahili’nin yolunu tuttum. O gün, önemli bir randevuya gidiyor gibi hissediyordum ama özel bir şey hatırlayamadım. Sahil bomboştu ve Sandy Kasırgası’nın yıldönümü olduğunu da düşünürsek, orada öylece sessizce duran deniz, tabiatın doğuştan çelişkili yapısını anlatıyor gibiydi. Bir an için orada öylece dikildim, alçaktan uçan bir uçağın yörüngesini izliyordum ki, kızım Jesse’nin cep telefonu mesajını aldım. Lou Reed ölmüştü. Geri çekildim ve derin bir nefes aldım. Yakın zamanda onunla ve eşi Laurie’le şehir merkezinde karşılaşmıştım ve hasta olduğunu sezinlemiştim. Vücudundaki bitkinlik, o alışageldiğimiz ışıltısını gölgelemişti. Lou bize veda ettiğinde, o kopkoyu gözleri sonsuz ve müşfik bir kederi taşımış olmalıydı.

Lou’yla 1970’de Kansas şehrinde Maxlerin evinde tanışmıştım. O yaz, grubu The Velvet Underground’la (Lou Reed’i üne kavuşturan ünlü müzik grubu) haftalarca gecede iki kez sahne aldı. Engin bilgili eleştirmen Donald Lyons, onlarla hiç karşılaşmadığımı duyunca kısa bir şaşkınlık geçirmişti ve onları ilk gecelerinde ikinci sahne alışlarında izlemem için bana üst kata kadar eşlik etti. Orada dans etmeye bayılmıştım, The Velvet Underground’un müziğiyle saatlerce durmaksızın dans edebilirdiniz. Doo-wop’un (1940’larda Afro-Amerikanların kuruluşuna öncülük ettiği ses kuvvetine dayanan bir R&B müzik türü) akortsuz geçiş tonları, ya çok hızlı hareket etmenizi gerektirirdi ya da çok yavaş. O akşam benim Sister Ray’le (Velvet Underground’un bir şarkısı) geç ama bir o kadar da etkileyici tanışmam gerçekleşti.

Birkaç yıl içinde, Maxlerde, yukarı kattaki aynı odada, Lenny Kane, Richard Sohl ve ben, bize  özgü binlerce dans çeşidini sergiledik. Lou, sıklıkla hangi aşamada olduğumuzu görmek için yanımıza uğrardı. Anlaşılması güç adam Lou, çabalarımızı her zaman destekledi ve devam etmemiz için kışkırtmasıyla beni adeta bir Makyavelist okul öğrencisi haline getirdi. Ondan çekinip uzak durmaya çalışırdım, fakat o bir kedi gibi birden ortaya çıkar ve beni aşk veya cesaretle ilgili bir Delmore Schwartz dizesiyle yatıştırırdı. Onun tıpkı kullandığı farklı konuşma üslupları gibi sıklıkla değişken ruh hallerini ve değişen davranış biçimini anlamakta zorlanırdım ama onun şiire olan düşkünlüğünü ve birbirinden farklı performanslarındaki tutturduğu geçiş kalitesini fark etmiş ve anlamıştım. O, kara, simsiyah gözlü, simsiyah tişörtlü ve beyaz, solgun benizli bir adamdı. Meraklı, bazen şüpheci, kesinlikle doyumsuz bir okur ve inanılmaz bir ses kâşifiydi. Mütevazı bir gitar pedalı bile onun için şiirin bir başka çeşidiydi. O bizim için adı pek de iyi anılmayan Factory’le (Andy Warhol’un 1962’le 1984 arası 3 kez yer değiştirmiş New York stüdyosu) olan yegâne bağımızdı. Edie Sedgwick’i bile dans ettirmişti. Andy Warhol, onun kulağına fısıldamıştı. Lou, müziğine sanat ve edebiyat algısını taşımıştı. O bizim jenerasyonun adeta “New York Şairi”ydi.

Benim müzik grubum geliştiğinde ve artık onun şarkılarını coverlamaya başladığımızda da, Lou bizi hep desteklemişti. Yetmişlerin sonlarına doğru, onunla eski Gramercy Park Otel’deki asansörde karşılaştığımda, Detroit eyaletine taşınmak için şehri terk etmek üzereydim. Yanımda taşıdığım Rupert Brooke’ın şiirlerinin olduğu kitabı, bakmak için elimden aldı ve şairin fotoğrafına birlikte baktık. “Çok güzel” dedi, “çok da hüzünlü”. O an benim için katıksız bir huzur anıydı.

Lou’nun ölüm haberi hızla yayılırken, sanki bir duygu dalgacığı içime oturdu ve patladı, atmosferi gereğinden hızlı akan bir enerjiyle doldurarak. Çok sayıda mesaj aldım, sözgelimi Sam Spehard’tan bir arama, Kentucky’ye doğru bir kamyon sürüyordu. Mütevazı bir Japon fotoğrafçı, Tokyo’dan bir mesaj yollamıştı: “Şu anda gözyaşlarımı tutamıyorum”.

Deniz kenarında Lou’nun yasını tutuyorken, renkli kâğıda basılmış iki fotoğraf zihnime üşüştü. Birincisi, eşi Laurie’nin yüzüydü. O, her zaman Lou’nun aynası olmuştu, onun gözlerinde Lou’nun nezaketini, samimiyetini ve karşısındakini anlama yeteneğini görebilirdiniz. İkincisi, Lou’nun başyapıtı Heroin’in şarkı sözlerindeki Lou’nun her zaman binme özlemini çektiği o “büyük yelkenli gemi”ydi. Son görüntüyü, onun şairlerin ruhlarından oluşmuş, o katılmayı çok istediği takımyıldızlarının arasına karışmasını beklerken zihnimde tekrar canlandırdım. Uyumadan önce, bu günün tarihi önemini araştırmak istedim -27 Ekim- ve bu günün hem Dylan Thomas’ın hem de Sylvia Plath’in doğum günü olduğunu buldum. Lou, yelken açmak için muhteşem bir gün seçmişti –bir Pazar sabahı, mükemmel bir şiir günü, ardında tüm dünya onu bekliyorken.

İngilizceden çeviren Gizem Yılmazer. Yazının orijinali için

http://www.newyorker.com/talk/2013/11/11/131111ta_talk_smith

Patti Smith, ABD’li ünlü müzisyen, şair ve yazar.

Kategoriler

Şapgir