Konferans şiddeti aşmak için yürüyebileceğimiz yolları açtı

Hrant Dink Vakfı’nın MalatyaHAYDer ve Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü işbirliğiyle düzenlediği ‘Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler’ konferansının Düzenleme Komitesi’nde yer alan sosyolog Ayfer Bartu Candan, üç gün süren konferansın zihninde ve yüreğinde uyandırdıklarını anlattı.

Bir konunun altını çizmeden edemeyeceğim: Eğer bugün biz bu konferansı yapabildiysek, bu alanda çalışan, bu konular üzerinde kamu önünde söz söyleme cesaretini gösteren ve Hrant Dink gibi büyük bedeller ödeyen insanlar sayesindedir.

KARİN KARAKAŞLI
karinkarakasli@agos.com.tr

  • Konferansa ilişkin öncesindeki beklentileriniz nelerdi? Sizi bu üç gün kendi tahminleriniz ötesinde neler şaşırttı?

Konferansı baştan beri çok önemli ve anlamlı buldum. Bunun türlü nedenleri var. Birincisi, yıllardır Türkiye’de bu kadar tabu olmuş ve sessizliğe bürünmüş olan bir konunun bütün veçheleriyle uluslararası bir konferansta Türkiye'de tartışılacak olması çok önemliydi. İkincisi, Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler konusunun çok önemli boyutlardan birisi olan toplumsal cinsiyet boyutunun enine boyuna böyle bir konferansta tartışılacak olmasını çok önemsedim. Üçüncü olarak da konferansın, film gösterimleri, atölye çalışmaları ve tebliğ sunumları ile çok yönlü ve kapsamlı bir çalışma olacağı yönünde bir beklentim vardı, bunu da çok heyecan verici buluyordum.

Yaklaşık yirmi senelik akademik hayatımda birçok uluslararası konferansa katıldım, ancak üç gün boyunca salonda gözlemlediğim ve deneyimlediğim atmosfer şimdiye kadar katıldığım hiçbir konferansa benzemiyordu ve beni beklentilerimin ötesinde çok etkiledi. Salonda dünyanın çeşitli yerlerinden ve Türkiye’den sadece bu toplantıda bulunabilmek için gelmiş çok sayıda Ermeni, Kürt, Türk ve kendilerini hangi biçimde tanımlarsa tanımlasınlar insanlar vardı. Hem tebliğlerin sunulduğu panellerde, hem de aralarda salonda Türkçe, Ermenice, Kürtçe, İngilizce ve belki de benim duyamadığım başka diller saklanmadan, fısıldanmadan, korkmadan konuşuluyordu. Özellikle Ermenicenin böyle kamusal bir mekanda bu kadar duyulur olmasını çok etkileyici buldum. Bir de tabii, şaşırmadığım ancak etkileyici bulduğum başka bir konu da, herkesin paylaşmak istediği ne kadar çok hikayesi olduğu idi ve bunları anlatmaya ne kadar istekli oldukları idi. Bir dinleyicinin kulağıma eğilip söylediği gibi “İnsanlar yaşamış ama nasıl yaşamış, hayatta kalmış ama nasıl kalmış”. Ne kadar çok acı, yaşanmışlık ve sır biriktirmişiz, ne kadar çok konuşmaya, dinlenilmeye ihtiyacımız varmış.

  • Konferans toplumsal cinsiyet perspektifinden bize neler gösterdi?

Belki de ilk defa bu meselenin en azından tarihsel olarak toplumsal cinsiyet boyutu bu kadar kapsamlı tartışıldı diye düşünüyorum. Hayatta kalmanın, din değiştirmenin, çeşitli direniş biçimlerinin toplumsal cinsiyet ekseninde gösterdiği farklar çok ilginçti. Diğer çarpıcı bir nokta da özellikle kadınların yaşanan bu şiddet içinde sadece birer kurban değil, eyleyiciliği (agency-faillik anlamında) olan tarihsel birer aktör olarak tartışılmasıydı.

  • Forum değerlendirmelerinde Ronald Suny’nin dile getirdiği, kimliklere, tercih edilen, değişebilen, akışkan yapılar olarak bakma anlayışı hayli ufuk açıcıydı. Bir özgürlük mücadelesi olarak başlamış ama zaman içinde kapana da dönüşebilmiş kimlik politikaları konusunda ne söylenebilir?

Bu kadar uzun süre kamusal alanda tartışılamayan, tabu haline getirilen bir konu ister istemez 'dilini' kaybeder, hangi kavramlarla konuşacağımızı artık bilemez oluruz. Bu konferansın bize bu konuyu konuşabilmemiz, tartışabilmemiz ve yüzleşmemiz için çok önemli araçlar sunacağını ve sessizliğimizi bozarak, yeni bir dil oluşturabilmemiz için yeni kavramlar sunabileceğini düşünüyordum ki bence konferansın en anlamlı yönlerinden biri de bu oldu. Daha gidilecek çok yol var ve bu gerçekten bir başlangıç ama çok önemli bir eşiğin aşıldığını ve devasa bir kapının aralandığını düşünüyorum.

Bir sonraki adımı düşünürken Ronald Suny’nin yaptığı vurguyu çok önemsiyorum. Tam da belirttiğiniz gibi kimlik denen kategori bir özgürlük ve tanınma mücadelesi içinde başlasa da Suny’nin tanımladığının aksine özcü bir kategoriye ve bir kapana dönüşebilir. Bu kadar derin acıların yaşandığı durumlarda belki bu tür bir “özcülük” kaçınılmaz olarak gelişir. Ancak şu noktada kimlik politikalarının ötesinde Suny’nin altını çizdiği akışkanlıklara, tarihselliğe, değişkenliğe vurgu yapmanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Diğer vurgulamak istediğim konu yerel tarih ve sosyolojinin hem akademik hem de politik olarak anlam ve önemi ve bundan sonraki adımları düşünürken bunlar üzerine kafa yormanın önemi. Bundan kastım şu: Bu konferans boyunca çeşitli tanıklıklar ve sözlü tarih çalışmaları yoluyla bize ulaşan inanılmaz, dinlemesi bile insanı zorlayan şiddet hikayelerini duyduk. Bu kadar derin acıların yaşandığı olaylarda birbirinin gözünün içine bakarak çoğunlukla da kendi ana dilinde bunları paylaşmanın, haykırmanın sağaltıcı, iyileştirici bir yönü var. Bu konferansta bu da yaşandı. Ancak belli bağlamlara oturtulmayan, sosyolojisini anlayamadığımız çıplak şiddet hikayelerinin bizi çok dar bir alana sıkıştıracağını düşünüyorum. Bu şiddetin failleri sosyolojik anlamda kimdi? Hangi süreçlerle bu şiddetin parçası oldular? Direniş noktaları nelerdi? Direnenler neye ve nasıl direndi? Yerelde bu gruplar nasıl bir sosyal ilişki ağı içinde yaşıyorlardı? Bu soruları sormadığımız sürece kimliklere özcü yaklaşımları pekiştiririz diye düşünüyorum. Politik olarak da bu sosyolojik ve tarihsel soruları sormamız gerektiğini düşünüyorum, zira böylesi bir şiddetin bir daha yaşanmayacağının garantisi yok. Üstelik çeşitli şiddet biçimleri halen yaşanmaya devam etmekteyken bu sorular daha da elzem. Bu konferansta sunulan birçok bildiride duyduğumuz hikayelerin, sözlü tarih çalışmalarının halen ancak kod adlarıyla aktarılabilmesi, dinleyiciler arasında tebliğleri gözü yaşlı dinleyen, 2011 yılında öldürülen Sevag Balıkçı’nın annesi, 2007’de öldürülen Hrant Dink’in eşi Rakel Dink -bunların hepsi bu şiddetin bugün halen devam ettiğinin birer göstergesi. Bu coğrafyada geçmişte yaşanmış ve halen de yaşanmakta olan çeşitli acıları, yerel tarih dinamiklerini, bu işin sosyolojisini ve politik ekonomiğini anlamadan tartışabilmemiz ve üstesinden gelmemiz çok güç görünüyor.

  • Anlatılan tanıklıkların Müslüman kesim üzerindeki etkisi konusunda neler düşünüyorsunuz? Ne derece ulaşıldı birbirine?

Bu konferans şüphesiz farklı gruplar arasında çok önemli bir diyaloğun başlangıcı oldu bence: Müslümanlar, Hristiyanlar, Müslümanlaştırılmış Ermeniler, diasporada yaşayan Ermeniler, Türkler, Kürtler vs. Her grup içinde farklı direnç noktaları halen vardır elbet ama bu diyaloğun başlamış olması, üç gün boyunca yoğun bir şekilde birbirinin gözünün içine baka baka dillendirilmiş olması çok önemli.

Yapılan ilginç tartışmalardan biri de konferansta aktarılan şiddet dolu deneyimlerin özellikle Türklerde, belki de Kürtlerde yarattığı yoğun utanç ve suçluluk duygusu ve bunun anlamı üzerineydi. Ben kaçınılmaz olarak yaşanan ve yaşanacak olan bu suçluluk ve utanç duygularının aslında geçmişle yüzleşmede çok önemli bir ilk adım olduğunu ve olumlu yönde dönüştürücü etkisi olduğunu düşünüyorum. Ancak bunlar yaşandıktan sonra geçmişle hesaplaşma, yas tutma, geleceği yapıcı biçimde inşa etme süreçleri başlayabiliyor. Bunun o anlamda bu coğrafyada yaşayan her kesim için çok hayırlı bir süreç olduğunu düşünüyorum.