‘Torunlar bize yeni kimlik soruları sorduruyor’

Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’nın Bilim Kurulu ve Düzenleme Komitesi’nde yer alan Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Ayşe Gül Altınay, konferansın ‘Tarihin Yükü, Tanımlamanın Siyaseti’ başlıklı ilk panelinde bir de sunum yaptı. ‘Etnisite, Millet ve Toplumsal Cinsiyet Ekseninde Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilere Dair Tarihsel Suskunluk ve Yeni Hafıza Çalışmaları’ başlıklı sunumunun geniş bir özetini yayımlıyoruz.

“Torunlar bize çok daha karmaşık bir kimlik yapısı sunuyorlar ve şu soruyu çağırıyorlar:  ‘Kültür’ ve ‘kimlik’leri hapsetmeden, fosilleştirmeden kültürel çeşitliliği tartışmanın yollarını bulabilir miyiz?”

AYŞE GÜL ALTINAY
ayse@sabanciuniv.edu

Müslümanlaştırılmış Ermenilerin yaşadıklarını hikâyeleştiren (bildiğimiz) ilk kitap 1991’de Serdar Can tarafından yayımlanan ‘Nenemin Masalları’. Ancak konunun kamuoyunda tartışılmaya başlanması 2004 sonunda piyasaya çıkan ‘Anneannem’  ile birlikte oluyor. 2009’da da Fethiye Çetin ile birlikte hazırladığımız ‘Torunlar’ kitabı yayımlanıyor. 2013’de ise Müslümanlaştırılmış Ermenilerden bahseden en az 18 Türkçe anı, edebiyat ve araştırma kitabından bahsetmek mümkün. Bu yıl başka ilk defa bu konuda başka dilde yazılan bir kitap Türkçe’ye çevrildi: Hrant Dink Yayınları’ndan çıkan Laurence Ritter’in ‘Gizli Ermeniler’ kitabı.

Kitap başlıklarının gösterdiği kadınlar

Kitapların başlıklarına baktığımızda ilk dikkat çeken unsur, Müslümanlaştırılmış Ermeniliğin bir “kadınlık hali” olarak ifade bulması: ‘Nenemin Masalları’, ‘Anneannem’, ‘Nenem bir Ermeniymiş’, ‘Ermeni Kızı Ağçik’, ‘Müslümanlaştırılmış Ermeni Kadınların Dramı’, ‘Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi’… ve en son Ahmet Abakay’ın ‘Hoşana’nın Son Sözü’ kitabı. Aynı şekilde, ‘Torunlar’ kitabında anlatılan hikâyelerin de büyük çoğunluğu anneanne ve babaannelere dair.

Neden kadınlar? Bu sorunun cevabını en az üç yerde arayabiliriz. Birincisi, 1915’te Ermeni erkeklerinin önemli bir kısmı doğrudan öldürülüyor; sürülenler ağırlıklı olarak kadınlar ve çocuklar oluyor. İkincisi, erkek çocukların bir kısmı büyüdüklerinde İstanbul veya diasporadaki aileleriyle buluşabiliyorlar. Evlenip çocuk sahibi olan kadınlar için bu pek mümkün olmuyor. Üçüncü bir dinamiğin de ataerkil-atasoylu zihniyet olduğunu söyleyebiliriz. Anne veya nenenin Ermeni olması daha az ciddiye alındığı için (çünkü ‘soy’ erkek üzerinden kurgulanıyor) onlara dair hikâyelerin paylaşılması daha kolay oluyor olabilir. Hatta burada başka bir ince ayrım daha var: Hikayeler hep “anneanne” hikayeleri, babaanne hikayeleri çok az…

Kısacası, hem daha az Ermeni erkeğin Müslümanlaştırılarak hayatta kalmış olması, hem daha azının Müslüman olarak yaşamaya devam etmiş olması söz konusu, hem de dedesi Ermeni olan ve hatta babaannesi Ermeni olan torunların anneannesi Ermeni olanlara nazaran daha az konuşuyor olması olası. Başka bir deyişle, bu olgunun kendisi kadar onun etrafındaki suskunluk da hakim toplumsal cinsiyet anlayışıyla şekilleniyor.

Suskunluk katmanları

‘Torunlar’ için araştırma yaparken bizi en çok şaşırtan şeylerden biri Müslümanlaştırılmış Ermenilerle ilgili suskunluğun uluslararası bir suskunluk olduğunu keşfetmekti. “Türk” tarihyazımındaki bu suskunluk, bir yandan 1915’e dair genel suskunluğun bir parçası olarak işliyor, bir yandan da her türlü “farklılık” ifadesini bir tehdit unsuru olarak algılayan etnisist milliyetçilik anlayışından besleniyor diye düşünebiliriz. Peki ya “Ermeni” tarihyazımı ve uluslararası araştırmalar? 1915 sırasında ve hemen sonrasında yazılan tanıklıklarda Müslümanlaştırılarak geride kalan, kaçırılan, evlat edinilen, köle-hizmetçi-cariye-eş olarak yaşamaya zorlanan Ermenilerden çokça bahsedilmesine rağmen, neden daha sonraki yıllarda yazılan kitaplarda kırımdan bu şekilde “kurtulanlar” yoksayılıyorlar?

Önemli bir sebep, 1948 sonrası yaygınlaşan soykırım odaklı siyaset olabilir. Soykırım “bir milletin yok edilmesi” olarak tanımlandığından, Müslümanlaştırılarak yaşamını sürdüren Ermeniler de çoğu zaman “yok edilmiş Ermeni milleti”nin parçası olarak ele alınıyorlar. Ancak müslümanlaştırılarak hayatta kalan Ermeniler, yalnızca soykırımın bir parçası ve kanıtı olarak ele alındıklarında, bu kez söylemsel olarak “öldürülmüş,” yok sayılmış, yaşamları bir kez daha anlamsızlaştırılmış ve değersizleştirilmiş oluyor.

Burada en dikkat çekici unsur, Türk, Kürt, Ermeni, uluslararası, tüm tarihçilerin ve araştırmacıların “ölü” varsaydıkları veya “unuttukları” grubun ağırlıklı olarak kadınlardan ve çocuklardan oluşması. 1915 üzerine yazılmış kitapları incelediğimizde, kadınlardan tarihsel özneler olarak değil, birbirlerinden ayrıştırılmamış “soykırım kurbanları” olarak bahsedildiğini görüyoruz. Dahası, kadınlar ve çocuklar onlara “sahip” olan erkekler üzerinden tanımlanıyorlar; bir erkek üzerinden tanımlanamayan kadınlar için ise hem Türkçe hem Ermenice yazında “sahipsiz” (Ermenice “ander”) olarak ifade ediliyorlar.  

Türkiye’de son yıllarda, Osmanlı kadın hareketinden Dersim’de zorla evlatlık verilen kız çocuklarına, 1968’den Kürt siyasetine kadar, kadın hikâyelerini ciddiye alarak, feminist bir merakla yürütülen tüm tarih ve hafıza çalışmaları kelimenin tam anlamıyla ezber bozuyor, tarihin yeniden yazılmasına sebep oluyorlar. Müslümanlaştırılmış Ermeni kadınların da “sahipsiz/ander” olmaktan çıkıp tarihin özneleri, büyük bir insanlık felaketinin mağdurları ve direnişçileri olarak ele alınmaya başlanmaları ise Türk, Kürt, Ermeni, ve uluslararası tüm tarihyazımlarını dönüşmeye zorlayacak gibi duruyor.

Akademiye düşen sorumluluk ve kimlik için yeni sorular

Müslümanlaştırılmış büyükanne ve dedelerinin hayatlarını ve onların torunu olmanın taşıdığı anlamları bizimle paylaşan torunlara veya torun çocuklarına bizler nasıl yaklaşacağız, onları nasıl tanımlayacağız?

2009’da beni davet eden Texas Austin Üniversitesi’nden akademisyenler konuşmamın içeriğini anlatırken şöyle bir ifade kullanmışlardı: “Son yıllarda Türkiye’de Müslümanlaştırılmış Ermenilerin açıldıkları bir süreç yaşanıyor” Burada kullandıkları kavram “coming out”/açılma/dolaptan çıkma biliyorsunuz lezbiyen, gey, biseksüel, trans bireylerin gizlendikleri “dolaplardan” çıkarak cinsel yönelim ve kimliklerini açığa vurmalarını anlatmak için kullanılır genelde. Müslümanlaştırılmış Ermenilerin torunları eğer gerçekten gizlendikleri dolaplardan çıkıyorlarsa, ne olarak çıkıyorlar?

Bizim Fethiye Çetin’le birlikte konuştuğumuz torunların önemli bir kısmı kendilerine, ailelerine dair bir gerçeğin uzun yıllar gizli kalmasından dolayı çok acı çekmişti, hatta öfkeliydi. Ama hepsinin bu yaşananlara tepkisi aynı değildi. Kimisi ailesine dair bu gerçeği öğrendikten sonra nasıl kimliğini ve inancını sorgulamaya başladığını paylaştı bizimle, kimisi kendisini “özgürleşmiş” hissettiğini anlattı.

Kendini “Ermeni” olarak hissetmeye başlayanlar da vardı aralarında, Türk-Kürt-Müslüman olarak tanımlamaya devam eden de, Nebahat Akkoç gibi çokkimlikliliğin güzelliğini vurgulayanlar da, hiçbir kimlik tanımlamasını istemeyenler de.

Torunlar bize çok daha karmaşık bir kimlik yapısı sunuyorlar ve şu soruyu çağırıyorlar:  “Kültür” ve “kimlik”leri hapsetmeden, fosilleştirmeden kültürel çeşitliliği tartışmanın yollarını bulabilir miyiz? Örneğin, su-bazlı olan ve akışkanlık, geçişkenlik çağrıştıran, dinamik bir kimlik ve kültür anlayışını içinde barındıran ebru kavramı (Attila Durak’ın fotoğraf çalışmasıyla birlikte geliştirdiğimiz) veya hiçbir kimlik kategorisini verili ve değişmez almayan, dünyaya kimlikler değil deneyimler, ilişkiler, süreçler üzerinden bakmaya davet eden queer kavramı, bu yolda zihin açıcı olabilirler mi? Geçmişte ve bugün kimlikler üzerinden yaşatılan şiddeti, katliamları, soykırımları yoksaymadan kimliklere atfettiğimiz anlamları sorgulamak mümkün mü? Bizim adımıza uygulanan, tanık olduğumuz veya isteyerek veya istemeyerek faili olduğumuz şiddet ve ayrımcılıkların bize getirdiği sorumluluktan kaçmadan, adalet arayışından vazgeçmeden Torunlar’ın bize açtıkları yoldan ilerleyebilir miyiz, yeni bir dil kurabilir miyiz, farklı bir gelecek tahayyül edebilir miyiz?

Umarım bu soruların en azından bir kısmına olumlu bir yanıt verebiliyoruzdur…