Uğur Yücel: Yeteneklerinden rahatsız bir sanatçı

Can Öktemer, en büyük isteği “görünmeden yazmak ve film çekmek” olan ama yeteneklerinden dolayı beceremeyen Uğur Yücel’i yazdı.

CAN ÖKTEMER
can.oktemer@gmail.com

Söz konusu Uğur Yücel gibi biri olunca onu kelimelere, paragraflara sığdırmak kolay olmaz haliyle... Müzik, edebiyat, yönetmenlik, oyunculuk… Bütün bunların hepsini hakkını vererek icra edebilecek kaç kişi vardır bu memlekette? Fakat gelin görün ki, kendisi bu yeteneklerinden rahatsızdır, sahne ışıklarından, seyircilerin alkışlarından, eleştirmenlerden gelen hayranlık dolu övgülerden hoşlanmaz. Geçen sene çıkan kitabı Yağmur Kesiği’nin giriş cümlesine “Görünmeden yazmak, film çekmek istedi beceremedi” sözü yaşadığı bu durumu en iyi özetleyen cümledir belki de. Hâlbuki ilk gençlik yıllarında konservatuarda okurken, hep sahnede yer almak, dikkat çekmek ister. Sinema ve televizyona geçiş yapmadan önce uzun bir dönem tiyatro ile haşır neşir olur, oyunculuk yeteneği sahneleri aşıp sinemacıların kulağına kadar gider, çok geçmeden de sinemaya transfer olur. Önce Aşık Oldum filmi gelir sonra sırasıyla Teyzem ve Milyarder filmlerinde ufak ufak rollerle karşımıza çıkar. Bu filmlerin hepsinde göründüğü tüm sahnelerde, bütün filmin genelinden rol çalar, resmen akıllar kazınır. Sonra Selamsız Bandosu’nda oynar, rolü büyür, şöhreti yavaş yavaş artar. Sinemada en büyük çıkışını ise Yavuz Turgul’un Muhsin Bey filminde yapar. 80’li yıllar arabeskin artık sadece bir müzik türü olarak değil, bir kültür olarak memleketin geneline yayıldığı, İbrahim Tatlıses’in en şöhretli olduğu dönemde, geleneksel ile yeninin çatışmasının anlatır Yavuz Turgul. Uğur Yücel ise Urfa’dan İbrahim Tatlıses abisi gibi şöhret olmaya gelen Ali Nazik karakteri ile harikalar yaratır. Yanakları kızarmış, utangaç bir şekilde söylediği “Evlerinin Önü Boyalı Direk” türküsü, filmin en akılda kalan bölümü olur. Bu rol ile Altın Portakal’dan da en yardımcı oyuncu ödülünü kapar.

Bu filmle birlikte sahne ışıkları artık tamamen kendisine dönmüştür, şöhreti ülke çapına yayılmıştır bile. Bu filmden sonra sinemaya biraz ara verir. 90’lı yılların başında özel televizyonların kurulmasıyla birlikte, konservatuar arızası olarak tanımladığı kendisinin sadece oyuncu olarak değil, senaryo yazarı olarak da yer aldığı buram buram Rus edebiyatı kokan Aziz Ahmet dizisiyle karşımıza çıkar. Aziz Ahmet, kalite olarak döneminin çok ilerisinde yer alır. O dönem, sinemada bile sesli çekime ürkek yaklaşılırken, Aziz Ahmet sesli olarak çekilir. Bu diziden sonra araya tek kişilik gösteriler girer. Oyunculuk biraz olsun gölge de kalır bu dönemde. Ama 96 yılında, Eşkıya filmiyle sinemaya müthiş bir şekilde geri döner. Bu film aynı zamanda üzerine ölü toprağı serilmiş Türkiye sinemasının yeniden ayağa kalktığı film olur. Muhsin Bey’de Şener Şen ile yakaladığı uyumu bu filmde de yakalar. Biraz Yılmaz Güney, biraz Al Pacino esintileri sunduğu mahallemizin abisi, bıçkın delikanlı Cumali rolüyle sadece komedi oyuncusu olarak değil, hakiki bir melodram oyuncusu olduğunu da gösterir bize...

Oyunculuk başarısının giderek arttığı bir dönemde oyunculuğa karşı yabancılaşmaya başlar. Kendisini oyuncu olarak iyi ifade edemediğini düşünür. Geri plana çekilir, uzun yıllar üzerine yansıyan ışıktan, şöhretten uzaklaşmak ister. Şöhretler dünyasının yıpratıcılığından rahatsız olmuştur belki de... Bir tür arınma, kendine bakma dönemine girmiştir artık. Uzun bir sessizlik ardından artık oyunculuktan iyice soğudu bir dönemde, kendisini daha iyi ifade ettiğini düşündüğünü yönetmenliğe, Şener Şen ve Türkan Şoray’lı İkinci Bahar dizisiyle başlar. Dizi, Türkiye televizyon tarihine geçer, izlenme rekorları kırar. Bu diziden sonra yine sessizliğe gömülür. Geri dönüşünü Ahmet Ümit’in karakterlerinden uyarlayarak yaptığı Karanlıkta Koşanlar dizisiyle yapar. Haluk Bilginer’li, Köksal Engür’lü kadrosuyla bir usta işi oyunculuk gösterisi yaparlar seyirciye. Kendisi bu dizide alkolik komiser Nevzat rolünü canlandırır. Cumali rolüyle girmiş olduğu komediden uzak, ciddi ve daha karanlık rollere bu dizide, alkolik komiser Nevzat rolüyle devam ettirir. Tekinsiz, hayatı darmaduman olmuş bir karakterdir ve bu haliyle çok sahicidir. Dizi yayınlandığı dönem pek dikkat çekmez ama yıllar sonra kulaktan kulağa yayılan bir efsane gibi büyür seyircinin hayırla yâd edeceği bir iş olur. Televizyon işlerine fazla ağırlık verdiğinden olacak sinemaya oyuncu olarak değil de, yönetmen ve senarist olarak Yazı Tura filmiyle döner 2000’li yılların başında. Yerli sinemanın kıpırdanmaya başladığı yerli komedi filmlerinin gişe rekorları kırdığı aynı zamanda Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmenlerinde ortaya çıktığı bir dönemdir. Yazı Tura, sinemamızın tartışmaktan, anlatmaktan itinayla çekindiği konulara korkusuzca atılır. Güneydoğu, gazilik psikolojisi ve 6-7 Eylül olaylarını anlatır filminde. Film, tartıştığı meselelerinin fazlalığı sebebiyle biraz dağınık bir görüntü çizse de, yaşadığımız coğrafyanın hiç çözülmeyecek gibi gözüken acılarına sinemada hemen hemen ilk defa yer vermesiyle ayrı bir yere sahiptir. Her ne kadar festivallerden ödüllerle dönse de, film tahmin edilebileceği üzere gişede batar. Mecburen televizyona geri dönmek durumunda kalır.

2000’li yıllar, televizyon dizilerinin patlama yaptığı ve reyting savaşlarının arttığı bir dönemdir. Yerli diziler Türkiyeli seyircilerin bir numaralı eğlencesidir artık. Uğur Yücel, böyle bir dönemde Karanlıkta Koşanlar’dan sonra bir başka polisiye diziyle Alacakaranlık’la görünür ekranlarda. Röportajlarında “Oyunculuğu bıraktım” dediği bir dönemde, bu diziyle müthiş bir geri dönüş yapar. Karslı cinayet masası dedektifi Tahir Kemal rolü, kendisinin oyunculuk ile bir nevi yeniden barıştığı bir iş olur. Üzerinde hep aynı takım elbisesi, özenle kesilmiş bıyığı, aniden patlayan öfkesi, aynı zamanda Doğu’ya özgü sahici utangaçlığı vardır Tahir Kemal’in. Tıpkı Aziz Ahmet gibi Alacakaranlık dizisi de buram buram edebiyat kokar. Puslu, grenli atmosferi, standart üstü oyunculuğuyla dikkat çekse de, reytinglerde alt sıralarda yer alır. Bu diziden sonra kararını vermiştir artık, televizyona iş yapacaktır, parasını kazanıp kendi filmlerini çekecektir. Alacakaranlık’tan sonra çok zaman geçmeden Hırsız-Polis dizisinde kötü Aksak karakterine can verir. Jilet gibi takım elbisesi, saçları arkaya doğru taranmış kötü bir karakter Aksak, aynı zamanda körkütük âşık biridir. Aksak karakterinin âşık hali, onu saf bir kötü olmaktan çıkarır, seyircinin diyalog kurabileceği bir karaktere dönüştürür ve bu hissiyatta da en büyük pay, şüphesiz Uğur Yücel’in başarısıdır.

Televizyon işleri devam ederken, araya bir sinema filmi sıkıştırır: Hayatımın Kadınısın. Bu filmle birlikte sinema serüvenin popüler filmler ve bağımsız filmler arasında gidip geleceğinin göstergesi olur. Hayatımın Kadınısın filmi, eski Yeşilçam filmlerine, Orhan Gencebay’a ve en çok da Türkan Şoray’a yapılan bir güzelleme niteliğini taşır. Tophaneli Tayfur, ses tonu, kurduğu süslü edebi cümlelerle modern dünyaya ait olmayan, biraz 50’li, 60’li yılların naifliğini üzerine de taşıyordur. Fakat kendisinin Cumali karakteri ile başlayan tekinsizlik halleri Tayfur karakterinde de mevcuttur. Ne zaman patlayacağı belli olmayan şiddet halleri, dayak konusunda elini korkak alıştırmama durumları, karakterin bütün kibarlığının altında zor durumlarda kullanılmak üzere duruyordur. Bu filmden sonra, bir televizyon dizisi ve bir de sinema filmi çeker. Sinema filmi olan Ejder Kapanı biçimsel olarak iyi kotarılmış, fakat senaryo zaafları sebebiyle vasatı aşamayan bir film olur. Bu işlerden sonra hem televizyona hem sinemaya biraz ara verir. En mutlu olduğum yer dediği odasına geçip müzik çalarına sevdiği müzikleri koyup, senaryolarını yazmaya başlar. Odasından üniversite yıllarından beri hayranlık duyduğu Çehov’dan, Rus edebiyatından esintiler taşıyan Kars’ta çekilen Soğuk filmi çıkar. Türkiye’de henüz vizyona girmeyen ama yurtdışında büyük bir ilgiyle karşılanan bir film olur.

Uğur Yücel, şüphesiz bu topraklardan çıkan en yetenekli sanatçılardan birisi. Sinemaya, edebiyata, müziğe aşırı bir düşkünlüğü ve yeteneği var. Hepsinden azar azar ama bolca yapmak isteyen bir hali var. Bu sebeple olacak girdiği bütün işlerde aceleye gelmiş hali vardır. Oyunculuğu ustalık mertebesinden icra ettiğinden kendisini her yönetmenin kollarına da teslim etmez, filmlerini kendi çekmek, yazmak ister. Söyleyecek çok sözü olan ya da Yazı Tura’da olduğu gibi yaşadığımız bu zorlu coğrafyada, her gün gazetelerde okuduğu, haberlerde izlediği ölümleri, akan kanlara karşı yeter diyebilmek için avazı çıktığı gibi bağırmaya çalışır. Yağmur Kesiği’nde ise bir dönem komşusu olan Ermenilerin, Rumların buralardan zorla götürülmelerinin ağıtı kelimelere döker. “Bu ülke benim için büyük keder. Burada yazmak benim gibi adamlar için acıdır. Kendi filmlerimde hep acı var. Çünkü doğduğumdan beri ortası kanayan bir ülkede yaşıyorum. Bir gün görmedi buraların kaybolmuş insanları da bugün yaşayanları da. Ama başka hiçbir ülkenin folkloru beni ağlatmıyor, hiçbir dilin şarkısı bana dokunmuyor. Bu toprakların adamı gibi hissederseniz acınız daha da büyür. Çünkü başka hiçbir şeyinizin olmadığını düşünürsünüz bazen. Dünyanın en eşsiz güzelliklerine sahip bir ülkede yüzyıllardır katliamlar yapılıyor, cinayetler işleniyor. Tabii ki kendimi yalnız hissediyorum çünkü bunları kimse duymak istemiyor. Tribünden gladyatörleri izliyorlar.”

Bu hissettiği derin hissiyatı özellikle kariyerinin son dönemlerde ortaya çıkan bir durum. Memleketin hal ve gidişinin sürekli kötüye gitmesine paralel olarak yaşadığı bu hissiyat, son dönemlerinde daha da belirginleşmiştir. Çok iyi bir komedi oyuncusu olarak başladığı oyunculuk kariyerine bir süre sonra “şiddete meyyali vallahi dertten” olan tekinsiz biraz daha karanlık rollerle devam etti. Zaman zaman yeteneklerinden dolayı çektiği ilgiden rahatsız olsa da, bir gün görünmezliği keşfedip bize harika işler sunmaya devam eder kim bilir...

Kategoriler

Şapgir