Duvar

“Ev gibi kara artık dünya, çünkü bahçede “baba”nın gözü, hani kuşların ister geçip ister konduğu, karıncaların yuva oyduğu bahçe, dikenleri paslı artık.” Deniz Gezgin, “dünyayı yutacak bir ayıp, uzaydan görünecek bir utanç”, duvarı yazdı.

DENİZ GEZGİN

“...Keşke ölseydim ve yeniden dirilebilseydim ve dünyanın başkalaştığını, dünyanın bu denli acımasız olmadığını, insanların bu her zamanki aşağılık ve kahpeliklerini unuttuklarını… ve kimsenin evlerinin etrafına duvar örmediklerini görseydim. Yaşamın gülünç alışkanlıklarına bağımlı olmak ve sınırlara, duvarlara boyun eğmek doğaya aykırıdır…”

Yaşamı boyunca babanın, kocanın, devletin yasasına direnen, duvarları yeşermiş elleriyle yıkan, harabelerde serçelerin dilini susan Furuğ 1967’de, bu cümleleri yazdıktan on üç yıl sonra soğuk, yağmurlu bir günde yumuyor gözlerini. Ve dünya başkalaşmıyor, sınırlar yetmez oluyor, dikenli teller yeterince kanatmazmış gibi canı, utanç duvarları örülüyor makinelerin kanlı dişleriyle. “Çiçekleri düşünmüyor kimse/balıkları düşünmüyor kimse/kimse/kalbi güneşin altında iltihaplanan/hafızası yeşil hatıralardan usul usul boşalan bahçenin/ölmekte olduğuna/inanmak istemiyor…” Ama ölüyor işte. Şair dirilse, mürekkepli elleri yeşerse bahçede, çiğneyip ezecekler filizini, dün gibi şimdi. Büyüyen ve toprağı kazarak ilerleyen, yükseklikten başı dönen, adına devlet denen, eve sarhoş dönen baba, kapıları yumruklayan abi gibi gündüzü geceye çevirmiş horulduyor; yüreği ağzında çocukların. Ev gibi kara artık dünya, çünkü bahçede “baba”nın gözü, hani kuşların ister geçip ister konduğu, karıncaların yuva oyduğu bahçe, dikenleri paslı artık.

Kuş sadece bir kuş değil diyor yasa ve uçuşu da ölüm gibi unutturmak için rüzgâr kesen duvarlar örüyor. Ötesi yok, ötesi sanki koca bir boşluk, nefessiz, kara bir delik, “boğacak” uzananı. Kuş uçamaz, kervan geçemez, masallar kanat çırpamaz, bir şarkı hiç değilse mırıltı… Üstelik katırların kömür ayakları hâlâ sınırdayken, dünyayı yutacak bir ayıp, uzaydan görünecek bir utanç. Gururla ezberletilecek nesillere bu ve daha kaç duvar iç içe örülecek, örülecek de insanı yersiz bırakacak.  

Kulesiz gözcüler zamanı şimdi, bebeksiz, ak birer mezar gibi gözleri duvara işli. Ölüler ölülere karışmasın diye nöbet tutuyorlar, nasıl duyabilirler “bahçe”nin can verişini. Büyüyen ve büyüyen ülkeler, yükselen duvarlar, aşılmaz sınırlarla sivrilen dünya yuvarlağını yitirdiğinden beri, köşeleri cana batıyor, kıvrılacak yer kalmadı.

Ve dünyanın bütün duvarlarının bir arkası var. Birilerinin sırtını rahatça dayadığı o soğukluğun bir ardı, çıplağı. Her gece uykuda görürüz orayı, büyük bir kediyle göz göze geldiğimiz yer işte. Bağırmak için yeltenip yaban bir ulumayla çözdüğümüz o düğüm, ter içinde, düşermişçesine ve ağır ağır yersizliği duyuşumuz. Her gün bir daha bir daha unuttuğumuz, korkmaktan korkumuzdan karanlığın önüne iç içe ördüğümüz ilkel duvarlar. Ancak aşkla, delilikle, yabanıl bir çığlıkla; toprağın, suyun, göğün kırpık yıldızlarının ve yok zamanında bile ayın fısıldadıklarıyla yıkılabilir olan hâlâ ayaktaysa, demek ne çok kovulan. Şair dirilse şiirini kimin ağzına gizleyecek, kırlangıçların artık dönmeyeceğini ona kim söyleyebilir? İnanır mı mevsimin bunca soğuğuna?

 

Kategoriler

Şapgir