Yalnız Sevgi...

Bizleri ve buraları çok erken bırakıp giden Sevgi Soysal’ı, yeğeni Sezin Öney yazdı: “Hepimize en çok da kahkahasını, gülüşünü ve bir tutam yıldız tozunu bırakmasının altında, herhalde en çok göğsüne vuran tüm dalgaları, sarsılsa da zarafetle karşılaması yatıyor.”

SEZİN ÖNEY
@SezinOney

Sevgi...

Sevgi Yenen...

Sevgi Nutku...

Sevgi Sabuncu...

Sevgi Soysal...

Sevgi...

O, benim teyzem. Ama aynı zamanda bir yabancı. Birbirimizi hiç tanımadık. Birimizin hayat çizgisi bitti, ötekininki başladı.

O ailemin bir kanadının, yokluğunda bile parlayan yıldızı, zarif ve yetenekli kuğusuydu. Ben, varlığında bile fark edilmeyen çirkin ördek yavrusu.

Her biri ayrı bir “ışıltılı karakter” olan annemin ailesinde, Sevgi ile kaderi kesişecek en son kişi bendim herhalde.

Sonra bir gün bizi, hayat çizgileri, yazı ve Ankara birleştirdi.

Sevgi, beni akraba olarak seçmemişti; onun teyzem olduğundan dem vurmak, bundan bahsetmek, bu yüzden bana hep biraz düşündürücü gelmişti. Aile bağlarımızdan bahsedince, sanki aslında tesadüfi olan bir yakınlıktan bana geçen bir payeyi ararmış gibi hissediyordum kendimi.

Akrabayken uzaktık...

Hayatı yaşarken tanıştık; ben de onunla yazıları, anıları, hayata bıraktığı iz üzerinden bağ kuran birçok, birçok insandan biri oldum.

Sevgi’nin neşesinden, başına burukluğundan, bir soyadından ötekine, bir yaşamdan diğerine geçerkenki umursamazlığı, uçarılığından dem vurulur hep.

Ankara’da sil baştan bir yaşama başlarken, Sevgi’nin tam üç kez hayatını dağıtıp, en baştan nasıl kurabildiğine, bu gücü kendisinde nasıl bulabildiğine ve hâlâ da nasıl olup, geçmişin yüklerini omzuna bindirmeyen bir ruh hafifliğinde olduğuna, acıları yüzüne nasıl giydirmediğine şaşmaya başladım.

Yıldırım Türker, “Sevgi Nutku, ‘Tutkulu Perçem’di; Sevgi Sabuncu, ‘Tante Rosa’; Sevgi Soysal, ‘Yürümek’. Bu isimleri birleştirebildiğimde, zaten kendime büyülü bir yazar bulmuştum. Sonradan hep, belki de bir isim sahibi olmayı pek boğucu buluyordu; kendi isminden kolay vazgeçebilecek kadar tenezzülsüzdü, dedim kendime. Dünya karşısında kendini öyle okumuştu belki de. Sakar, muzip, hep acemi bir savaşçı olarak...1 diye yazmıştı.

Türker, Sevgi’nin hepimize miras bıraktığı o “isyankâr neşesinin” olabildiğince somut bir resmini çiziyordu.

Ama gene de... Gerçekten hayat ona dokunamıyor... mu?

Hayatı, insanları bu kadar gözleyen, inceleyen; dünyaya karşı bu kadar duyarlı biri, nasıl olup da yaşamın dönme dolabındaki iniş çıkışlardan etkilenmemiş olabilir?

Çok farklı bir zekâya sahip, sadece “normal çizgiye” aykırı bulunduğu için, hâlâ hayatını hastanede sürdüren bir erkek çocuk; ilk bebeği Korkut...

Yaşamının son yıllarında ardı ardına doğan ve onları annesiz geride bırakmak zorunda kalacağı gerçeğini, yeniden keşfettiği, aslında ilk kez “anlayarak” yaşadığı annelikle, tam da o zaman varlığını ortaya koyan hastalığının iç içe geçmesi nedeniyle, çok sert, bıçaklayıcı yaşadığı iki kız bebek, Defne ve Funda...

Kendi Almanya kökenli annesi Anneliese Rupp kadar, Selanik göçmeni babası Mithat Yenen ve Cumhuriyet’in asriliğinin timsali ailesi nedeniyle, hep “Batılı”, “Avrupalı” olarak algılansa, görülse de, gerçekte “Batı”yı ve “Avrupa”yı yerinde çok az tecrübe edebilmiş; seyyahlık deneyiminden çok Adana’da sürgünlüğün yaşandığı bir kader çizgisi.

Başkalarının koyduğu kurallar, ahlak sınırları, başkalarının nazarlarına, dipten fışkıran bir volkan gibi güçlü ve hesapsız, lavın akması doğal bir tepkiyle başkaldırma; böylesi tüm çerçeveleri, zaten hiçe saymamak dışında bir seçeneği yokmuş gibi çabasızca “takmamak”...

Dört duvar arasında, hapishanelerin parmaklıkları, tutukluluğun zincirlerinin ardında, özgür...

Fark etmeden hep filozof, hep politik, hep tarihin kaydını düşen bir vakanüvis...

Politika gazetesinde yayınlanan cezaevi anıları, “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu”ndan... Aynı yazı dizisinde, akışında farklı Sevgiler...

Vakanüvis Sevgi…

“Olmadık insanlar, olmadık nedenlerle tutuklanmışlardı o dönemde. Elbet bu tutuklamaların da uygulayıcıların belirli bir tutarlılığı olan nedenleri vardı; ama kimi zaman da tutuklunun kişiliği, bütün 12 Mart havasını bir güldürüye dönüştürür, millet de, dışarıda olsun içerde olsun ferahlardı biraz. Bu bakımdan bu tür tutuklamalar, çeşnisiydi 12 Mart‟ın. Kazıklama huyundan bir türlü vazgeçemeyip sıkıyönetim görevlisini de kazıklamaya kalkan gazinocudan fiyatını düşürmeye yanaşmayan bar kadınına, ne tutuklular görmüştür 12 Mart koğuşları. Pek muhbir vatandaşlarımız ise, kızdıkları kiracıdan bozuldukları komşuya kadar…”2

Filozof Sevgi...

“‘Tutuklu’ ya da ‘asker’, burada kapatılmış olan bizleriz ve yaşamak zorunda olduğumuz bir yerde, yaşamanın yollarını da bulacağız...”

Politik Sevgi...

“Koğuş sanki kontragerillanın bir uzantısı olmuş. Koparılması mümkün olmayan bir bağlantı var arada. Horlanmış, bir limon gibi sıkılmış arkadaşlar art arda sürdürüyorlar bu bağlantıyı…”

Her yüzüyle, hep modern, hep güncel, hep taze Sevgi...

Politika’da yazdığı başka bir yazı... Sanki az önce yazılmış gibi; öyle “bugün” Sevgi...

“Ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bir bütün olan cumhuriyetimizin başkenti Ankara’dır. Ankara baştanbaşa taştır. Büyük Millet Meclisi de taştandır. Ankara bir “baştaş”tır. Müteahhitler bu şehri taştan yaratmışlardır. Bu taşların başında yine taş üstüne taş bırakmayan bir eski müteahhit vardır. Her gün taş gibi sözler sarfetmektedir. Ve başımıza her gün yağan bu taşlarla iyice taşkafalaşan Ankara’mızdan taş gibi olaylar savrulmaktadır...”3

Solu, sağı, tüm siyaseti, sistemi sorgulayan, sisteme kapılan insanları yargılamadan, onları bu “hale” getiren yapıyı, ilişkileri, etkileşimi sorgulayan ve intikamcılığın yanından bile geçmeyen bir çift göz Sevgi.

Gene “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu”nda;

“Bana burada yeniden “merhaba” diyen hayatı coşkuyla karşıladım ve en kötü yüzüyle de olsa beni yeniden insanca karşılayan, yüksek duvarlarıyla dış dünyadan koparılmış olsa da, içinde hayatı, memleketimi, insanlarımı yenden bulduğum bu yeri sevdim”4 diye yazıyordu.

Ankara, politika, evlilikler, ayrılıklar, kırılan ümitler, başlamayan başlangıçlara, olabileceği yapabileceklerinin hep imkânlar, “yaşam”, sürgün, hapis tarafından kısıtlanmasına rağmen...

Hepimize en çok da kahkahasını, gülüşünü ve bir tutam yıldız tozunu bırakmasının altında, herhalde en çok göğsüne vuran tüm dalgaları, sarsılsa da zarafetle karşılaması yatıyor.

Gözyaşlarını dökse de, öfkelense de, kırılsa da; tüm bu dalgalanmaları en acısından yaşasa da, acılaşmaması, “trajik bir karakter” haline dönüşmeyi reddetmesi de.

Kendini böylesine ciddiye almamış olduğu için, biz onu nesiller boyu böylesine ciddiye alıyoruz.

Zıt dengelerin naif cambazı Sevgi...

“Tutkulu perçem” bir kadın; kadınlık için hiç çaba göstermeden tamamen kadın... Ama bir yandan da, “kadınlık” seçtiği de bir kimlik değil. “Kadın” doğmuş ve kadın olmanın da getirdiği tüm sıkıntı ve heyecanları yaşayan, bunlar üzerine düşünen, düşündüklerini dışa vuran, ortaya koyan ve tartışan bir kadın.

Bir yandan da, “cinsiyet üstü”, önce insan olmayı dert eden, yazılarında kendi gizlediği tüller ardından kimliğini seçmeye çalıştığımız mahrem bir siluet.

“Taşlı yerde biten, bitebilecek çiçekler ne kadar çiçeğe benzerse Ankara’da üretilen, üretilebilen düşünceler de öyle. Taşlaşan beynimiz, duygularımız arasında binde bir açan bu çiçekler ise öylesine cılız, renksiz, çelimsiz ki...”5 diyor “Ankara’nın taşı...” başlıklı köşe yazısında.

İşte bu konuda anlaşamayacağız Sevgi; Ankara’da taşların arasında sıyrılıveren bir çiçek olarak öylesine parlak, renkli ve güçlüsün ki...

İlk basılan yazında, “Ben kadının biriysem sevilmeliyim...” demiştin; sen, tüm hayat çemberinin dönüp dolaşan, sonlanırken başına eren çizgisinde, hayatın seni yaptıkları ve sana yaptıkları ötesinde, en baştan bugüne, hep ve daima, her şeyden en çok Sevgisin.

_____________________________________________________________________________________________________

1 Yıldırım Türker, “Sadece Bakmaya Karşı”, Bakmak, İstanbul: İletişim, 2004

2 Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, İstanbul: İletişim, 2010

3 Sevgi Soysal, “Ankara’nın taşı deme durmaz gözümün yaşı”, Bakmak, İstanbul: İletişim, 2004

4 Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, İstanbul: İletişim, 2010

5 Sevgi Soysal, “Ankara’nın taşı deme durmaz gözümün yaşı”, Bakmak, İstanbul: İletişim, 2004

Kategoriler

Şapgir