Merve Ünsal ile Olmakta Olan ve Kolektif Üretim Üzerine

Seda Yörüker, Merve Ünsal ile sanatı, yazınsal çalışmaları ve Delfina Foundation’da süren kolektif üretim odaklı araştırması üzerine sohbet etti.

Between War and Peace (Savaş ve Barış Arasında), 2010.

SEDA YÖRÜKER
sedayoruker@gmail.com

m-est adlı sanatçı temelli bir yayının kurucu ve şu an Londra'daki Delfina Foundation'da sanatçı yayınları konulu bir rezidans yapan Merve Ünsal’la, tüm bunlar bağlamında bir sohbet gerçekleştirdik.

- “Üretim” fiiliyle ilişkin çok çarpıcı. Hem bir söz olarak hem de eylem olarak bu fiilin altının bu denli kazılması ki, adeta cerrahi bir operasyon uyguluyorsun bu kelimeye. Bu tavır bana öyle geliyor ki sanatsal üretim ile yazınsal üretimi birlikte düşünmenin en keskin, en dolaysız karşılığı. Sanatçı başta olmak üzere yazar, editör, çevirmen rollerini birlikte üstlenen biri olarak senin zihninde dışarıya doğru yayılan neredeyse kütlevi bir şey. Bana enteresan gelen bu denli dolaysız ve som oluşu. Üretim nereden başlıyor senin için?

Üretim ile son birkaç yıldır karmaşıklaşan, belki de çarpıklaşan ilişkimin temelinde, işlerimin biçim değiştirmeye başlaması var. Fotoğrafçıydım, karanlık odada çalışıyordum, elle tutulabilen, sanat işi olduğunu sorgulamadığım şeyler üretiyordum. Daha sonra internet siteleri, poster gibi işler üretmeye başladığımda, işlevsele yaklaştığımı düşündüm ve işlevsel olan ile benim yaptığımın arasındaki farkı sorgulamaya başladım. Her gün sokaklarda, birçok broşür ya da kâğıt parçası elimize tutuşturuluyor, eğer aynı malzemeyi kullanıyorsam, benim üretimimi farklı kılan neydi? Bu, tabii, bu yüzyılın başından beri birçok sanatçının defalarca cevapladığı bir soru ama benim için önemli olan, bu sorunun cevabını günümüzde çoğumuzun içinde olduğu preker ekonomiyi de göz önünde bulundurup, ittirerek cevaplamaya çalışmaktı. Eğer ‘iş’ olarak düşünüyorsam, yazıyorsam ve ‘iş’ olarak düşündüğüm, yazdığım objeler ya da durumlar üretiyorsam, ikisinin arasındaki fark ne idi? Böyle bir fark tamamen tanımlama üzerinden miydi, yoksa kendimi mi rahatlatıyordum sanat üretimimi ayırarak? Bir dergiye yazdığım yazı iş oluyordu da, misafirlik programı sırasında defterime aldığım notlar araştırma süreci mi oluyordu? Para da olduğu gibi durmuyor. Kazanılan para var, kolay ya da zor, sanat işinin karşılığı olan para var, sergi katılımında verilen ücret var; paranın biçimi aynı olsa da, benim bireysel ekosistemime girme noktaları farklı olduğundan, üretimi nasıl bölük pörçük ediyorsam, aynı şekilde parayı da etmeliyim diye düşündüm. Bu yüzden ayrı sistemler kuruyorum, sanat işlerinden gelen para sergileniyor, konuşuluyor, sanat işine harcanıyor. Diğer paralar -ki aralarında emek ve duruma karşılık olanı azınlıkta, fazla emeğe az, az emeğe çok para sık sık karşılaştığım bir şey- hayatımı idam ettirmemi sağlıyor. Yaptıklarımın hepsini sanatçı olarak yapıyorum, tireli biyografiler yerine (sanatçı, küratör, editör vs.) işimi sahiplenip, sanatçı olarak ama her şeyi sanat işleştirmeden çalışıyorum, üretiyorum. Şu anda bu konuşma da bir üretim, değil mi? Sembolik olarak performanslaştırmama gerek var mı? 

Natürmort, 2007, gümüş baskı.

- Elbette, hiç gerek yok. Sanatın salt bir nesne olarak üretimi değil, bir duygulanım olarak varlığı ve neredeyse görünmezliği dikkate değer duruyor ve bu noktada eylemin kendisi - ki bu bir düşünme de olabilir ya da bir sessizlik - o ağı örüyor. Şu anda, bu konuşmanın bir üretim olması, bizim onu öyle kabul etmemizle ilgili. Sembolikleştirme ilkin zihinde başlıyor, sonra başkalarını ona çağırıyorsun. Bu açıdan bakıldığında, her eylemin bir performans olarak işlemesi; senin dikkat çektiğin, üzerinde düşündüğün ve ürettiğin üzere, mümkün hale geliyor. Cda-Projects Grant’da yaptığın performansta, ev ile ofis arasında her gün 17 dakika yürüdüğünden bahsetmiştin ve o performans da 17 dakikaydı. Yürüme fikri, bugün olduğu gibi o gün de, benim için çok değerliydi. Daima öyle oldu. Long’un geride sadece ince bir iz bıraktığı yürümesi örneğin. Şüphesiz yürümeden geriye hep daha fazlası kalır; o ve diğerleri için de bu, böyle olmalıydı. “Bir Metin Başlar, Biter” adlı performansta sözünü ettiğin gündelik yürümenin sanatın üzerine bir düşünme aralığı olduğunu söylemiştin. 17 dakikanın altının çizilmesi vurucuydu, onun yeniden üretilmesi de. Durumlar arasında geçişler yapmak; sanatçı olma durumu, yazar olma durumu, diğer durumlar ve esas olarak hiçbirinin ‘kök’lü olmayışı yani aslında bir bakıma yukarıda değindiğin preker hal bugünün ‘üretici’si için kaçınılmaz duruyor. Tüm bu durumlar içinde fotoğrafla ilişkin bana ilginç geliyor. Genç Sanat’ta fotoğraf üzerine üç yazına yer verdik, bu konuda başka pek çok yazınsal çalışmanı da biliyorum, Parsons ve Princeton üniversitelerinde fotoğraf eğitimin sonra. Bu alandaki üretiminden ve bu yıl yazıların için birlikte çalışma sürecimizden fark ettiğim; fotoğrafla büyük aşkın var ama daha çok yazınsal. Öyle mi?    

Lisans ve yüksek lisans eğitimim fotoğraf üzerineydi. Eğitimin, özellikle zanaat olarak sanatla ilişkinin nerede başladığını düşünmeyi değerli buluyorum. Üniversitede siyah-beyaz, büyük format analog fotoğraf makineleriyle çalışıyordum. Tezim farklı şehir anlatımlarını Koolhaas’ın jenerik şehrinden etkilenerek, tek bir şehir anlatımına indirgemekti görsel olarak. Yüksek lisansım da fotoğraftı ama fotoğraf değil de, metinleri biraraya getiren bir proje idi ve çıkış noktası 19. yüzyıl sonuna ait bir fotoğraftı. Benim açımdan fotoğrafla ilişkimin kırılması ya da fotoğrafı kullandığım bir mecra yerine bir araca dönüştürmem, sanırım fotoğrafın zanaatiyle ilişkimin kırılmasına denk geliyor. Parsons’ın karanlık odalarının zayıflığı, Princeton’da bazen bir seneliğine ödünç alabildiğim fotoğraf makineleri yerine yüksek kiralar ödemek zorunda kalacak olmam, dijital makineye geçiş, dijitale geçişle fotoğraf çekmeyi bırakmam... Tabii sırf imkânsızlık dersem, kendimi kandırmış olurum, çünkü zaten fotoğrafla ilişkimi yüksek lisansla birlikte kurcalamaya başlamıştım ama elle tutulabilir kimyasal süreçle ilişkimin kesilmesi, kesinlikle bu dönüşümü hızlandırdı. 5533’teki “Olmuş Olmamış” sergisinde de fotoğraf, hem bir şeyleri belgeleyen olarak kullanıldı (ATMler) hem de ekran fotoğrafları olarak başkasının işinin fotoğrafı-endeksi olarak yer aldı. Videolarda da zaten ben fotoğraflanıyorum, benim varlığım belgeleniyor. Fotoğraf ve yazıyla olan ilişki de aslında oldukça tesadüfi. Károly Aliotti ve Özge Ersoy’la BoltArt’ı yaparken, portfolyo yazılarına yer vermek istedik. Ben de, o dönemde uzmanlık alanı olarak kendime fotoğrafı belirlemiş olduğum için (2008 oluyor) fotoğrafla başlayalım, gerisi gelir dedik. Fotoğraf projeleri adı altında açtığımız bölümde portfolyosunu yayınladığımız sanatçıların verdiği referansları kullanarak, her türlü fotoğrafçıyla çalıştık—fotoğrafı araç olarak kullanan, kendini güncel sanatla uğraşır tanımlayanlarla da, ticari alanda fotoğrafçı olan ama ‘kendi’ projelerine de devam edenlerle de. Yazdığım kısa metinlerden olumlu geri dönüşler aldıkça devam ettim; şu anda da hâlâ fotoğrafla çalışan sanatçılardan bana teklif geliyor metin yazmam için. Fotoğraf alanında uzmanlık yaratmak değildi amacım ama kendimi yetkin hissettiğim, üzerine düşünmeyi sevdiğim bir alan ve özellikle de, kendim de, güncel sanatla ilgili araştırma ve yazılara devam ederken, arada bir köprü oluşturup mecra olarak ayırmamaya çalışmayı önemsiyorum. Mesela yakın zamanda Orta Format’ta Lutz Bacher hakkında yazdım; fotoğrafı kullanan ama fotoğrafçı olmayan bir sanatçı. Aynı şekilde Metehan Özcan’ın Elipsis Galeri’deki sergisinde birlikte çalışmamız da, Mete’nin şu anda kendi çektiği fotoğraflardan buluntu fotoğraflara ve yerleştirmeye geçiyor olmasıyla ilgiliydi.

- BoltArt vesilesiyle Károly Aliotti ve Özge Ersoy’un adını anman iyi oldu. Zira özellikle Özge ile BoltArt’ta başlayan ve sonrasında m-est’de devam eden birlikte çalışma frekansınız dikkate değer. Özge’nin senin üzerine yazdığı “Küçük Jestleri Biriktirmek Üzerine: Merve Ünsal” yazısı harikulade bir metin. “Olmuş Olmamış” serginin de küratörüydü ve o sergi için gerçekleştirdiğiniz söyleşi onun senin üretiminin ne denli içinde olduğunu gösteriyor. m-est ile ilgili daha sonra soru sormak ve de kendi düşüncelerimi dile getirmek istiyorum. Bu nedenle burada salt Özge ile olan dostluğunu ve birlikte çalışma frekansınızı anlatmanı isterdim. Delfina’ya küratörlük programına gitmeden önce biraraya geldiğimizde kolektif üretim fikri üzerine düşündüğünü, çalıştığını dile getirmiştin. Aslında iki kişi büyük bir kolektif. Yakın dostun ve doğrudan ya da dolaylı birlikte ürettiğin kişi; Özge Ersoy ile nasıl çalıştığınızdan bahsedermisin? Bu, aynı zamanda bir kolektif sorusu!

Kolektiflik fikri gerçekten de şu sıralar didiklemeye çalıştığım şeylerden biri. Çok basit bir şekilde anlatmak gerekirse, sıkça konuşmaya ve birlikte çalışmaya alıştığım birinden fiziksel olarak uzaklaşınca üretimim nasıl değişecek acaba diye düşündüğüm bile oldu. Bu demek değil ki, her şey üzerinde birlikte çalışıyoruz. Aksine, genelde sürtüşmekten ve anlaşamamaktan beslenen bir kolektif ilişkimiz var. Gerek profesyonel olarak, yani çalıştığımız işlerin farklılığı, gerekse benim kendimi sanatçı, onun küratör-yazar olarak tanımlaması, tartışma biçimlerimizi şekillendiriyor ve birçok noktada örtüşen üretim biçimlerini farklı kalıplara sokmaya çalışırken üzerine düşünme fırsatımız oluyor. Sanatçı olarak yazmak ile küratör-yazar olarak yazmanın arasındaki ilişki nedir? Birlikte yürüttüğümüz (Elif Gül Tirben’in de işbirliğiyle) m-est ile ilişkimiz farklı mı? Özge, süreçten zevk alan ve fikirleri, durumları işlemeyi seven bir üretici. Konuşarak düşünüyor ve üretiyor. Ben ise takıntılı bir şekilde, günü parçalara bölerek, tek başıma, tek bir şey üzerinde çalışarak ilerlemeyi seviyorum; kafamdaki kompartmanları ayrı tutmak benim için önemli. İşyerinde yaptıklarımla yazdıklarım, çevirdiklerim ve ürettiğim işleri ayrı tutmayı seviyorum. Bu yüzden de, birbirimizden ayrı olarak yaptığımız şeyler hakkında iyi sorular sorabiliyoruz. Ritimlerimiz ve düşünme biçimimiz farklı. Birlikte çalıştığımızda ise daha çok risk aldığımızı düşünüyorum. Mesela 5533’teki sergi, tek bir fikir üzerine giderdi, Özge’nin desteği olmasa. Emin olmadığım, bitmemiş şeylerin dâhil edilmesi tamamen Özge’nin desteği ve ittirmesi sayesinde oldu. Aynı şekilde de benim hakkımda yazmanın onun için ne kadar zor olduğunu gördüm ve bu da, sanatçıyla kişisel ilişki olduğunda üretimin, yazının nasıl değiştiği hakkında konuşmaya itti bizi. Çoğu zaman yakınımızda olan kişilerle çalışıyoruz ve bunun ahlaki, mesleki sorumlulukları üzerine tartıştık. Kısacası, oldukça katmanlı bir kolektif ilişkimiz ve en önemli unsurun aynı dili konuşan birinin insan olarak desteği ve paylaşımı olduğunu unutmamak gerekiyor!

- Özge, hem küratör, hem yazar olarak çok parlak biri, düşünce işleyişini ve üretimlerini çok iyi buluyorum. Biliyorsun, sanat ortamında çok büyük bir popülizm hâkim ve bu, çoğu zaman içi boş bir gürültüden başka bir şey olarak tınlamıyor. Bu gürültüye hiç dâhil olmadan ya da onu sürekli yeniden üretmeden çalışanların; daha yatay üretme biçimi kurgulayanların ayrı bir önemi var. Bana kalırsa, m-est de tam da böyle bir yayın. Geçen yıl AICA paneller serisinde, 2000’lerde yayıncılık konusunda birlikte m-est’i konuşmuştuk. Sadece online bir yayın olmaktan öte; ticari kaygısı ya da popülerleşme arzusu öne çıkmadığı için zaman endişesinin, rekabet anlayışının görülmediği bir alan. Tüm bunlar m-est’in söylemini de biçimlendiriyor şüphesiz. m-est’i gerekli kılan neydi ve bugüne gelinen süreçte m-est kendinden, kendini konumlandırdığı yerden memnun mu?

m-est’i gerekli kılan arkadaşlarımızla ve arkadaş olmak istediklerimizle birlikte çalışabileceğimiz bir platform yaratma isteğiydi. m-est, 2.5 senedir var; o zaman da, şu an da sürekliliği olan, Türkiye çıkışlı İngilizce online başka bir platform yok. Bilerek ‘bağımsız’dan çok, ‘online’ın altını çiziyorum, çünkü bence bağımsız gibi kelimeler fazla cömertçe kullanılıyor günümüzde. Hepimiz öncelikle kendimize, sonra bildiğimize, beğendiğimize bağımlıyız aslında; bağlılığı sadece fonlanma biçimleri olarak görmek de kısıtlayıcı. Bizim şu anda bir bütçemiz yok ama demek değildir ki bu bizi tamamen bağımsız yapar, aynı şekilde de fon alsak da bağımlı olmayız, kendi içimizdeki sistemimizi sürdürmek önemli olan. Konuyu saptırmayayım, sorunu cevaplamak gerekirse, m-est’i gerekli kılan, sanatçıların sanatın içindeki, dışındaki konuları konuştuğu, işlerini anlattıklarını, arkadaşlarının işlerini eleştirdikleri bir platform yaratmaktı. Sanatçıların sanatçılar hakkında konuşacak en yetkin grup olduğunu düşünerek başlattık m-est’i. Kapısı her zaman her türlü yazmak isteyen için açık. Hem editoryal olarak hem de çeviri ile yazarlarımıza destek veriyoruz ve hiçbir yazıyı olduğu gibi kabul etmiyoruz, her yazı en azından bir giriş yazısıyla destekleniyor, m’estleştiriliyor. Kendi adıma konuşmak gerekirse, ben m-est’in halinden hiçbir zaman memnun değilim ve memnun olmamanın yayıncılığın ön koşulu olduğunu düşünüyorum. Eğer yaptığımız şeyi rahat ve tatmin olmuş bir şekilde yaparsak, kendimizi ileri itmeyeceğimize inanıyorum. Her yazıyı yayınladıktan sonra başka yapabileceklerimizi düşünüyoruz, “Daha fazla insana nasıl ulaşabiliriz?”, “Takımı nasıl genişletebiliriz?”, hep aklımızda olan şeyler. O yüzden de memnun değilim ama memnun olmamaktan memnunum diyebilirim. 

- Çok haklısın; sanat ortamında “bağımsız”, başta finansal ve paralelinde buyruksal bağdan uzak olduğu düşünülen oluşumları tarif etmek için kullanılsa da, çoğu zaman geçersiz bir tanımlama. Çünkü yayın ya da sanat, nihayetinde daima bağlar ya da ilişkiler ve ağlar içinde deviniyor ve bunları kuruyor, doğası gereği. Bunlar önceden belirli olmayabilir, rastlantısal bir şekilde de oluşabilir. Diğer yandan, m-est’de yakın zamanda başlattığınız 100 kelimelik yazı fikri dikkate değer. Bunun örneklerini dünyada çeşitli yayınlarda görüyoruz, burada kısa ama derinlikli yazılar bulmak harika olur. Sanatçı yazılarına daha çok ihtiyaç varmış gibi geliyor bana. Bu, bir etkinliği yazmaktan daha derinlemesine düşünme gerektiriyor çoğu zaman. Bu nedenle sayıca az. m-est bunların sayısını arttırıyor, çok yavaş da olsa. Şu an Delfina’nın küratörlük programındasın ve neler üzerine düşünüyorsun orada?

Delfina’da stüdyo pratiğim üzerine düşünürken, aynı zamanda, Art-ist’le ilgili bir araştırma projesi yürütüyorum. Aslında tam da soruda bahsettiğin konuları merak ettiğim için böyle bir araştırmaya girdim. Sanatçı yazılarının, sanat tarihini sanatçıların yazmasının, yayının Türkiye’deki yakın tarihi nedir? Yaptığımızı ve yapacağımızı daha iyi anlayabilmek için bu arşivle iletişime geçmek iyi olur diye düşündüm. O yüzden yayıncılığa devam ederken, bir adım geri atarak başka bir yayın hakkında araştırma yapıyorum diyebilirim. Tabii burada birileriyle tanıştıkça onlara m-est’i anlatırken, m-est’in yurtiçi ve yurtdışı algısının ne kadar farklı olduğunu anlıyorum. Dışarıdan bakanlar m-est’i bir kaynak olarak görürken içeriden diyeceğim, Türkiye’de konuştuğumuz kişiler m-est’in biraz daha büyümesini bekliyor. Bu ‘olmuş’luk ve ‘olmamış’lık, zaten benim kendi işlerimde de merak ettiğim bir olgu; yayın tarihinde de biraz izlerini bulmak mümkün. Bilgi hiyerarşileri, işleri sırasıyla yapmak ihtiyacı… ‘Bağımsız’ olan bir dergi olmayınca, online bir yayının olmaması gerektiği inancı… Öte yandan, neden sondan başlamayalım ki çalışmaya? Basılı yayını atlayıp, hemen ulaşılabilir, hemen harekete geçebilir bir yayın neden olmasın ki?

- Neden olmasın, olmalı. Bana kalırsa her şey mümkün; birisi de sırf el yazısıyla yazılmış yazılardan oluşan bir yayın çıkarsa, bu da enteresan olurdu. Basılı yayının finansal açıdan çok daha masraflı olması ve internette geçirilen zamanın artmasıyla online yayınlar hızla artıyor. Günümüzde çok fazla yazı ve görsel akışıyla karşı karşıyayız ve zaman, her zamankinden daha hızlı. Bu ortam karşımıza çıkan yazıların da adeta bir görüntü olarak işlerlik kazanmasına neden oluyor. Yazılar adeta bir resim olarak önümüzden akıp gidiyor; zamanın akışında üstü üste sınırsızca yazı. Geçenlerde, 20. yüzyıl yazarın değerli olduğu çağ idi, bugün ise okuyucu onun yerini aldı demiştim, çünkü internet üzerinde tonlarca yazı okuyucusunu arıyor. Her şeyden önce okuyucu olmak, zamanının olması anlamına geliyor ve bugün bu, büyük bir lüks. Internet, bilginin demokratikleşmesini ve herkesin yazabilme fırsatını ortaya çıkardı. Müthiş bir şey! Diğer yandan yazar ve okuyucu arasındaki dengeleri de değiştirdi. Kısa yazı anlayışının bu açıdan bakıldığında ayrı bir önemi var internet üzerinde. Fakat derinlemesine kısa yazı ile haber fortamındaki kısa yazı birbirinden farklı. Ben aslında basılı ya da online yayın sorusundan ziyade yazının nasıl olduğu, nereye hareket ettiği sorusuyla daha çok ilgileniyorum. Yazı görselleşmeye doğru gidiyor olabilir bile diyorum ama bunu olumsuz bir şey olarak söylemiyorum. Sanatçıların yazar olarak üretmesinden bahsettin; hem modern sanat tarihinde hem de güncel sanat tarihinde bunun örnekleri var. Ama burada da temel soru, “yazan kim, söylem ne?” sorusu. Bir sanatçının hegomonik sanat tarihini yeniden üretmesi mümkün olabileceği gibi, bir sanat tarihçinin ya da sanat yazarının bunu yerinden oynatması da mümkün. Böyle örnekler de var. Tüm bunların dışında, sanatçıların sanatçılar üzerine yazma fikrini dikkate değer buluyorum. Burada mesafe nasıl mümkün oluyor merak ediyorum ya da belki başka türlü de sormalı; bir sanatçı bir başka sanatçı üzerine yazmaya başladığında, iletişimle beraber ‘birlikte düşünme’ ve onun ortaya çıkarabileceği potansiyeller de; örneğin olası bir kolektif çalışma durumu söz konusu olabilir.   

-Sanatçıların sanatçılar hakkında yazması, bence zaten varolan kolektifliği, birlikte düşünerek birlikte üretme halini yansıtmakla ilgili. Sanatçılar, çoğu zaman bir işi, bir sergiyi üretirken, gerek malzemeyle ilgili, gerekse kavramsal olarak üzerinde çalıştıkları fikri geliştirmek için birbirleriyle yardımlaşıyorlar, konuşuyorlar. İş sergilendikten sonra, bu konuşmaların yerini eleştirmenlerin sadece işi görerek yazdığı yazılar alıyor. Benim ilgimi çeken bu üretim süreçlerindeki konuşmaları kamusallaştırmak. Film, edebiyat ve gündelik hayatla beslenen sohbetlerin yine sanatçılar tarafından kaleme alınması ve bu konuşmaların hem işi hem de sanatçıyı daha iyi anlatması. Çoğu zaman görsel sanatın dışındaki alanlardan beslenen, tesadüflere yer veren üretimlerin biraz daha dokunulabilir olması. Türkiye’de gittikçe yalnızlaşan bir sanatçı modeli var, Burak Delier bir yazısında bundan bahsetmişti. Bu yalnızlaşan sanatçıların arttığı günlerde özellikle konuşmayı, zaman içindeki üretimi tekrar ön plana çıkarmamız gerektiğini düşünüyorum. Tabi internetin bu bağlamda en büyük faydası konuşmanın farklı evreleri ve zamanı kaydedebiliyor olması. Yani bir konuşma birkaç ay sonra revize edilip farklı düşünceler eklenebilir ve bu benim için bu tür yazıları enteresan kılıyor.

Kategoriler

Şapgir