Erol Amca, sen Pandeli misin?

Melike Karaosmanoğlu, son dönemde Türkiye’de “farklı” isimler üzerinden ifade edilen milliyetçiliği çocukluğundan bir anıyla anlatıyor.

MELİKE KARAOSMANOĞLU
melike.karaosmanoglu@gmail.com

Sokaktaki tabelalar, gazetedeki büyük punto yazılar, evde bulunan üzeri karalanmış kâğıtlar, apartman isimleri. Alfabe ile müşerref olup, harflerden kelimelere açılan kapının eşiğine vardıysanız, bu saydıklarımın hepsi sökülmek için sizi beklemektedir. Bir bakış ile sanki pantolonu paçasından, pardösüyü astarından kurtaracakmış gibi, dikişleri harfler tutuyormuş gibi okumaya başlarız. Önce ağır ağır olur. Zamanla, keşfetmenin sevincine karışır. Bende bu sevinç postacının bıraktığı zarfları okuma sevdasıyla taşar, hele bir de bize gelen mektup varsa –ki yurtdışında yaşan akrabalarımızın yolladığı kartlar onlar enteresan bir şey yazmasa dahi harikaydı ve kartlar gelmiyorsa eğer faturalar da gözümdeki sempatisinden bir şey kaybetmezdi!- keyfime değecek olmazdı. Oturduğumuz apartmanda Bulgar, Ermeni, Seferad Yahudisi ve Rum komşularımız vardı, keza mahallemiz de böyleydi.  Bir zamanların Bomonti klasiğiydi, şimdi anılarımız klasiği itina ile devam ettiriyor.

Haliyle, apartmana gelen mektuplarda ekseriyetle okuduğum isimler Ayşe, Fatma ya da Ahmet olmazdı. Zaten aralarında fark olduğunu düşünmem mümkün bile değildi, isim isimdi neticede.   Günlerden bir gün, annem ile dışarıya çıkarken postacının üst üste 5-6 zarfı kapı kenarına bıraktığını görüp -her zamanki gibi- mektup gelmiş mutluluğu ile okumaya koştum. İçlerinde bizim daireye gelen yoktu; fakat aklımı karıştıran bambaşka bir şeyle karşı karşıya kalmıştım. Adresi tekrar okudum doğruydu, mektup Pandeli diye birine gönderilmişti. Bu isimde bir kişinin bizim apartmanda oturmadığını bildiğim için kendimden emin bir şekilde anneme zarfı uzatarak, “Bu yanlış gelmiş.” dedim. Ama annem kendinden daha da emindi: “ O mektup Erol Amcana gelmiş kızım, diğerlerinin yanına koy”. Elbette ki dediğini yaptım, mektubu diğerlerinin yanına bıraktım. Daha iki gün önce yeni açtığı iş yeri için kart bırakmıştı bize. Onu da okumuştum, Erol yazıyordu. Mahallede herkes, onu Erol diye çağırıyordu Madam Leni de, Müsü Nişan da.

Anneme neden Erol Amcama Pandeli diye mektup geldiğini sorduğumda çoktan sokağa çıkmıştık. Ne Başbakan gibi “Affedersin kızım o Bulgar’dır”  ne de Muharrem İnce gibi “Atatürk olmasaydı senin de adın Melike olmazdı” dedi. Gideceğimiz yere doğru yürürken, dedemin bana “Drita”* diye seslendiğini anımsadım. Kendimce bir cevap bulmak için çok çaba sarf etmiştim.

Birkaç gün sonra Pangaltı’da annemin bir arkadaşı ile karşılaştık. Akabinde şu güzide girizgâha ve suale mazhar olmuştum: “Dünyaya gelen büyüyor! Kocaman kız olmuş okula başlamışsın. Okumayı söktün mü bakalım?” “Söktüm” diye kibarca yanıtlayınca “aferin” işitmiştim. Ne kadar kuru gelmişti hâlbuki… Dünyanın en kutlu şeyi okumayı öğrenmek, bunu başarmak değildi ki! Okuduğumuz şeylerin bize sordurduğu soruları önemsiyor muyduk? Onlara zihnimizde açtığımız yer bizi nerelere götürüyordu?

Bunları düşünmek için çok zamanım olacaktı. Ne de olsa ideolojinin paradigmasına okumayı sökmekle merhaba demiştim. Eğitimle farklılıkları algılamaya başlamak ve farklı olanı düşman diye isimlendirmek, zihinsel sınırlanmışlıkla bilgilenmek… Hiçbiri yaşadıklarım ve gördüklerimle uyuşmuyordu. Milliyetçilik, bu topraklarda yeni bir şeymiş gibi tekrar ve tekrar keşfedildikçe asla uyuşmayacak.

* Drita: Arnavutça ışık.

Kategoriler

Şapgir