Soykırım kurbanları iki kez ölürler

Colin Tatz ve Panayiotis F. Diamadis, Türkiye’nin 2015 hazırlıklarına ve özellikle Avustralya’da yaşananlara odaklanıyorlar.

COLİN TATZ & PANAYIOTIS F. DIAMADIS

Soykırım kurbanları iki kez ölürler: ilkin fiilen alanlarda, sonrasında inkârcılar “hiçbir şey olmadığını” veya “yaşanan şeyin diğerlerinden farklı olduğunu” iddia ettiklerinde. 2015’teki yüzyıl anmalarının hemen öncesinde, Gelibolu çıkarması ve uzun zamandır Osmanlı topraklarında yerleşik olan Ermeniler, Süryaniler ve Rumların uğradığı soykırımın başlangıcı, olayların Türkiye tarafından inkârı birçok tartışmayı gündeme getiriyor.

Osmanlı İmparatorluğu ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti, 1914’ten 1924’e kadar eşi benzeri görülmemiş, gayrimüslim nüfusun fiziksel olarak tasfiyesini amaçlayan, bunu da ülke sınırlarını, kültürel, dini ve dilsel birliği korumak açısından tek yol göstererek yapan nüfusun fiziksel yapısını değiştirmeye yönelik zorunlu bir planı devreye soktu. 1911 yılında yönetimde olan, Talat Paşa’nın başkanlığındaki İttihat ve Terakki Cemiyeti şöyle ilan etti: “ İmparatorluğumuzda eskiden beri varlığını sürdürmüş milletler kökü kazınması gereken zararlı ve yabanıl otlar gibidir, vatanımızı temizlemek için kökleri kazınmalıdır.” (Selanik Kongresi, “Jön Türkler  ve Programları”, The Times?, 3 Ekim 1911, s. 3)

Deniz Kuvvetleri Bakanı Winston Churchill’in deyişiyle, “idari sebeplerle gerçekleştirilmiş bu soykırım” uluslararası arenada büyük bir reaksiyona neden oldu. Dünya çapında yardım komiteleri kuruldu. 24 Mayıs 1915’te, müttefik hükümetlerin yayınladığı ortak beyan şöyleydi:

“Türkiye’deki insanlığa ve medeniyete karşı işlenen son suçlar göz önünde bulundurulduğunda, müttefikler bu katliamlara bulaşmış her Osmanlı azasını ve temsilcilerini olaylardan kişisel olarak sorumlu tutmaktadır.” (Churchill, Dünya Krizi, 1929, sayfa 158.)

On yıl içinde, iki ve üç milyon arası Ermeni, Süryani, Rum, erkek, kadın ve hatta çocuk öldürüldü, diğer 2 milyon ise zorunlu sığınmacı haline getirildi. On binlerce genç kız ve çocuk alıkonuldu ve zorunlu olarak Türkleştirildiler. Anadolu’nun Hıristiyan azınlıkları adeta etnik bir temizlikle ortadan kaldırıldı.

İmparatorluk Meclisi, Tehcir Kanunu’nu kabul etti (27 Mayıs 1915). Bu yasa, kendi kendilerinin etnik olarak yok edilmelerinde, doğrudan bölgenin yerlisi Ermenileri, Süryani ve Rumları sorumlu tutuyordu, savaş bölgelerine yakın yaşayan bu azınlık grupları, Osmanlı askeri güçlerinin bu bölgelerdeki manevralarını aksatmış ve lojistik desteğini engellemişti. Düşmanla işbirliği edip, Osmanlı birliklerine ve masum Müslüman sivillere saldırmışlardı, bu ve bunun gibi bir sürü iddia yasada yer alıyordu.

1923’te Kemalistler yönetime geldiğinde de, Ermeni Soykırımı karşısında resmi Türkiye tavrı değişmedi: Geçmişte Anadolu’nun yerli Hıristiyan halklarını yok etmek için kasti bir plan yoktu. Ölenler ise sadece ve sadece uluslararası ve sivil savaştan, kıtlıktan ve salgın hastalıklardan ölmüşlerdi.

Güncel Türkiye Anayasası’nın artık eskisi kadar geçerliliği kalmayan 301. maddesi, soykırım hakkında yapılan tüm tartışmaları “Türklüğe hakaret” olarak görüp suç kapsamına almakta. Bu maddeden yargılananlar arasında Nobel ödüllü Orhan Pamuk da var. Gayrimüslim azınlık grupların imhasını toplumsal hafızada diri tutmak için verilen savaş, şu anda savunma durumuna geçmiş olan Türkiye ve Türkiye dışında yaşayan inkârcılarla birlikte devam ediyor.

Fransa Meclisi ise soykırımı tanımakla kalmadı, Başkan Nicolas Sarkozy’nin idaresindeki meclis, aynı zamanda Yahudi ve Ermeni soykırımının inkârını da suç saydı. Türkiye Başbakanı Erdoğan, bu yasa tasarısını “ayrımcı ve ırkçı”, “Türk tarihini aşağılayan, vahim ve kabul edilemez bir hata” olmakla eleştirdi. Şubat 2012’de yasa tasarısı “anayasaya aykırı” görüldü, buna rağmen şu anki Fransa lideri Francois Hollande yasayı yeniden gündeme getireceğini bildirdi.

1998’de Fransa resmi olarak soykırımı tanıdığında Türkiye’nin yaptırımları da tehdit altına girdi. 2012’de, Fransa Türkiye’yle iki taraflı ticari ilişkileri 13,5 milyar dolara karşılık gelmesine rağmen, durum karşısındaki net tavrını sürdürdü. Avustralya-Türkiye dostluk ilişkilerinin bozulma riskine rağmen, ANZAC Centenary’ye (Anzaklıların savaştığı I. Dünya Savaşı’nın Gelibolu cephesinin 100. yılını anmak için kurulmuş bir oluşum) dikkat çekecek özenli planlar hazırlanmaya devam etti, savaş turizminden yüklü bir finansal gelir elde etmeye hazır bir Türkiye ile.

Müşterek tarihin bu “kutsal” anında bile, Soykırım konusu Türkiye’yi neredeyse yiyip bitirerek anlamsızlığın ve gülünçlüğün kıyısında bir uçuruma sürüklüyor. Geçtiğimiz günlerde, Güney Avustralya ve Yeni Güney Galler eyaletleri, bu üç azınlık grubunun soykırımını resmi olarak tanıdı. Yeni Güney Galler parlamentosunun Süryani ve Pontus Rumlarını soykırım kurbanları olarak tanıma yönündeki oylarının ardından (Ermenilerin uğradığı etnik soykırım daha önce tanınmıştı), Türkiye Dışişleri Bakanlığı, parlamento üyelerinin Anzak Koyu’ndaki yüzyıllık anmalara katılmalarına artık izin vermeyeceklerini açıkladı. Eyalet başbakanı Barry O’Farrell liderliğinde verilen sert cevap, Anzak kimliğinin ve Gelibolu’daki tarihi yıldönümü anmalarının politik amaçlar için kullanılmasını büyük bir ayıp olarak nitelendirdi.

Avustralyalı gazeteciler, Ankara’ya davet edildi ve inkârcı Amerikan Profesör Justin McCarthy Avustralyalı-Türk Danışma Kurulu (“Ermeni Yalanlarına Karşı Birleş”) tarafından Melbourne, Sydney ve Canberra’da üniversitelerde “1915-1918 Tarihlerinde Gerçekte Ne Oldu? Ermeni Sorunu” başlıklı dersler vermesi için çağırıldı. Melbourne Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Yeni Güney Galler Sanat Galerisi, konferansların akışı haber verilince, buralarda yapılması planlanan etkinlikleri iptal etti (Kasım 2013). McCarthy, Türk yanlısı savunucu Avustralya İşçi Partili Laurie Ferguson tarafından organize edilmiş Federal Meclis komite odasındaki oldukça küçük bir grupta konuşma yaptı. Etkinliğe yalnızca üç milletvekili katıldı. Oda, gazeteci Andre Bolt’un ABC’nin Lateline televizyon haberleri ve güncel olaylar programına tarafların düştüğü anlaşmazlıkları yayınladığı için fırça çekmesi amacıyla ayrılmıştı. McCarthy, Bolt’un iddia ettiğine göre, bir inkârcı değildi: sadece bu soykırımın planlandığını reddediyordu. Soykırım, şu anda 22 ulus devlet, 60 bölgesel hükümet ve dünya üzerinde onlarca kuruluş tarafından tanınmakta. Soykırımı tanıyanlar, aslında doğrudan bu vahim olaylar dizisindeki kastı tanımış oluyorlar.

İnkârcılar ise çok nadiren düşüncelerini örneklerle gösterip, açıklayabiliyor veya kanıtlayabiliyorlar. Onlar sadece basit anlamıyla bir iddia öne sürüp, muhalifliği de elden bırakmadan tartışmada destekleyici nitelikte önemli metinlere ulaşmaya çabalıyorlar. Fakat bazı önemli olgular vardır ki, her türlü tartışmanın ötesinde bir gerçek olarak karşımızda durur: “Holokost gerçeği, Japonya’ya atılmış atom bombaları ve Türkiye’de 1915’ten beri gerçekleşmiş olaylar.”


İngilizceden çeviren Buket Yorulmaz. Yazının orijinali için http://combatgenocide.org/?p=649

*Prof. Colin Tatz, Avustralya Holokost ve Soykırım Çalışmaları Enstitüsü’nün direktörü. Prof. Panayiotis F. Diamadis, University of Technology, Sydney’de öğretim görevlisi.  

Kategoriler

Şapgir