Hep yalnızlık var sonunda

Can Öktemer, Mahmut Fazıl Coşkun’un Yozgat Blues filminde Ercan Kesal’ın canlandırdığı Yavuz karakterini anlatıyor.

CAN ÖKTEMER
can.oktemer@gmail.com

Sahne insanının zamana karşı direnmesi hep trajikomiktir. Kültür endüstrisinin bir dayatması olarak sanatçıdan kendisinden taviz vermesini ve hep günceli yakalaması beklenir. Sanatçı, günceli yakalayamadığı andan itibaren oyunun dışında kalır, hatta hayatın dışında kalır.

Yozgat Blues’da Ercan Kesal’ın canlandırdığı Yavuz karakteri de böyle bir karakter; belirli bir dönemde sabit kalmış, oradan dışarı çıkamamış, mağlup olduğunu bile bile mücadelesini sürdürüyor, fakat hayatın içerisinde giderek hayaletleşiyor, çevresindeki insanlar azalıyor, hızla yalnızlaşıyor. Bu anlamda, yine bir başka bir döneme saplanıp kalmış Muhsin Bey karakteriyle ruh kardeşi Yavuz. Yavuz da Muhsin Bey gibi müziğin değişimine öfkeli, fakat yüksek sesle itirazda bulunamıyor, o sadece bu değişimleri derin bir suskunlukla karşılıyor.  Yavuz, hal tavrından ve kıyafet tercihlerinden de anlaşılacağı üzere, dünyada pop müziğin patladığı, bu patlamanın Türkiye’de de yaşandığı dönem olan 60’lı, 70’lı yıllarda ilk gençliğini yaşamış, o dönemin büyüsüne kendini kaptırmış. Büyük bir ihtimalle, yine ilk gençlik yıllarında, evinde uzun saatler boyunca o dönemin müziklerini dinlemiş, benliğini bu müziğe adamış biri.

Filmin başındaki sekansta, tek başına kafası önde seyirciye bakmadan, uyumlu bir şekilde kesilmiş bıyığı ve dudağın altında bırakılmış sakalı, yine özenle taranmış peruğu ve uzun favorileri, eski moda ama ütülü takım elbisesi ile Tanju Okan coolluğunda -her ne kadar onu dinleyen kimse olmasa da- şarkı söylerken, hissettiği yıl, 2013 değil, 70’li yıllar olsa gerek. Bu sebeple, toplumun içerisinde bir hayalet Yavuz. Aynı zamanda, toplumun içerisinde mesleki olarak da unutulmuş biri. Yaşadığımız yüzyıl, kapitalizmin sadece mallara değil, insana da son kullanma tarihi biçtiği bir dönem. Bir şarkıcı olarak Yavuz’un da, net bir ifade ile söylersek, tutkunu olduğu 60’lı, 70’li yıllarda kalması sebebiyle, son kullanma tarihi geçmiş, sahne hayatında bir karşılığı yok. Yavuz, sadece icra ettiği müzik sebebiyle yalnızlaşmıyor, o hayata biraz romantik tarafından bakanlardan. Bu sebeple, kapitalizmin insan ilişkilerine getirmiş olduğu pragmatiklik yok onda. Yavuz ile beraber Yozgat’a kader ortaklığı yapmaya gelen Neşe ise biraz pragmatik bir karakter. Neşe de, Yavuz gibi büyük şehirde hayaletleşen, varlığı önemsenmeyen biri. Bir süpermarkette sucuk satan, her gün karşımıza çıkan ama nerede yaşadıkları, neleri beğendiklerini bilmediğimiz insanlardan. Çıkışsızlık noktasında, Yozgat’a müzik yapmaya Yavuz’un peşinde gidiyor, belki bir çıkış yolu bulabilirim diye.

Film, bu noktada son yıllarda sıklıkla taşranın tasvir edildiği filmlerinden ayrılıyor; çünkü karakterlerimiz, bu sefer taşraya yaşadıkları büyükşehir bunalımından kaçmak için geliyorlar.  İstanbul’da görünmez olarak yaşayan karakterlerimiz Yozgat’ta görünür oluyorlar. Yaptıkları müzik, yerel gazetenin ve radyonun ilgisini çekiyor. Gazeteye çıkıyorlar; Yavuz, büyük bir gururla röportajı aynaya yapıştırıyor. Yavuz’un o havalı dış görünüşü bile hayranlık uyandırıyor çevre de, ona Sean Connery benzetmesi bile yapıyorlar. Fakat film, Yavuz ve Neşe’nin hayatlarına giren berber Sabri ve radyocu Kamil karakterleriyle değişime uğruyor. Neşe, bir anda herkesin ilgi odağı oluyor. Yavuz ise İstanbul’da olduğu gibi yine yalnızlaşıyor, unutuluyor. Yaptığı müzik, Yozgat’ta da ilgi görmüyor. Jim Jarmusch’un Cennetten de Garip filminde söylenen bir repliğe dönüşüyor hayatı: “Yeni bir yere geliyorsun ve bakıyorsun ki, her şey aynı.”

Yavuz için bu noktadan sonra tutunacak dal olarak Neşe kalıyor, ona giderek âşık oluyor. Kaldıkları kötü otel odasında yaşadığı aile hissiyatı ona iyi geliyor, hatta kendini biraz da kaptırıyor, odaya geç gelen Neşe’ye hesap bile soruyor. Yavuz için sıcak bir yuvaya dönen otel odası, Neşe için aynı şeyleri ifade etmiyor. Sabri’nin kendisine göstermiş olduğu ilgiden giderek hoşlanıyor. Bu noktadan sonra Yavuz’un Neşe’ye olan aşkı karşılıksız kalıyor. Zaten Neşe için, Yavuz sadece iş arkadaşı. Yavuz’u pek de sallamıyor zaten. Yavuz, ona heyecanla gençlik hikâyelerini anlatıyor, çay demleme sırları veriyor, hatta gidiyor, o sever diye porselen tabaklar alıyor. Neşe ise o porselen tabaklarla dalga geçiyor. Yavuz’un düzlüğe çıkabilmek için elinde kalan son fırsat da kaçmış oluyor.

Hâlbuki Yavuz, içten içe bir Cemal Süreyya dizesini, “Kim istemez mutlu olmayı/ Ama mutsuzluğa da var mısın?”, Neşe ile gerçek kılmak istiyor. Bu hayali de gerçekleşmiyor Yavuz’un. Neşe’nin Sabri ile evleneceğini söylediği anda bile ona duygularını açıklayamıyor, susuyor, onları tebrik ediyor hatta. Hâlbuki Neşe için gitarını, arabasını satıyor, onu kaybetmemek için çaldıkları mekânda hiç para almadan müzik yapmayı bile kabul ediyor. Yavuz’un romantizmi, bu pragmatik dünyada işlevsiz kalıyor. Neşe, otel odasında eşyalarını toplarken, Yavuz’un ruhunda büyük bir ihtimal Kadınım şarkısı çalıyor.

 

 

Yavuz’un mağlubiyetinin resmileştiren an oluyor bu filmde. O da, artık mağlubiyete, önce peruğunu çıkararak, sonra da İstanbul’a dönerek cevap veriyor. Ne de olsa “hep yalnızlık var sonunda.”

Kategoriler

Şapgir