Duvardaki Kan ya da ar damarın çatlaması

Ayşe Günaysu, son günlerde TRT’de tekrar yayımlanan, Ermeni Soykırımı hakkında propaganda amacıyla çekilen, 1986 yapımı Duvardaki Kan dizisini yazdı.

AYŞE GÜNAYSU

“Çocukluğumun kâbusuydu” diyor bir genç Ermeni arkadaşım. “Annemler dizi başlayınca hemen televizyonu kapatır, bizi de yatmaya gönderirlerdi. Ama “duvardaki kan” fotoğrafı beynime kazınmıştı. Bilirdim onun ‘bizim’le ilgili bir şey olduğunu.” Arkadaşımın bahsettiği, TRT’de 1986’da yayınlanmaya başlayan Duvardaki Kan adlı TV dizisi.

Yetmedi, şimdi yeni yeni Ermeni çocuklarının kâbusu olsun diye 2005 yılında diziden yapılan TV filmini tekrar yayına soktular. Ar damarı böyle çatlar. Milli menfaatler uğruna çocuklara kâbus yaşatmakta beis görmezsen çatlar. Çocukları, nefretin boy hedefi yaparsan çatlar.

Anneler televizyonu kapattırıyorlardı.  Çünkü dizi, parodilere konu olmuş, üzerine fıkralar üretilmiş, repliklerinden komik videolar türetilmiş “Türk filmi” prototipinin tüm ilkelliklerini sergileyen, ama bunların hepsini,  seyircileri Ermenilerden nefret ettirmek için kullanan bir yapım.

Dizinin ve ondan üretilen TV filminin konusu, Talat Paşa’nın Soğomon Tehlirian tarafından öldürülmesi ve ardından Tehlirian’ın mahkeme süreci. Talat Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üç liderinden biri. Ama onun ayrı bir önemi var, çünkü o, çıkarılan “Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında kanun-u muvakkat” yani Ermenilerin zorla tehcir yollarına çıkarılmasını öngören kanunun, Osmanlı Ermeni toplumunu, izlerini bile yok etmecesine ortadan kaldıracak şekilde uygulanmasını organize eden kişi. Ardından vilayetlere telgraflar çekerek, tehcir sonucu rakamları talep edip, kaç Ermeni’nin sözcüğün tam anlamıyla “yok” edildiğinin hesabını dikkatle tutan insan. Soğomon Tehlirian da, ailesi Erzincan’da gözü önünde katledilen bir Ermeni genci. Tehlirian, 15 Mart 1921’de Berlin’de Talat Paşa’yı vurarak öldürür. Duvardaki Kan adlı yapım bu olayın geri planını, ardındaki “yabancı emelleri”, mahkemede “dönen dolapları” anlatma iddiasında. Dizinin ve filmin künyesine internetten kolayca ulaşılabilir.

İnternette dizinin bölümlerini de kolayca buluyorsunuz. Rastgele birkaçına baktım. Sinema dili, yönetmenlik, oyunculuk, senaryo, her bakımdan kalitesizliğin diplerinde sürünen yapımda, her sahne, her söz, her bakış, her yüz ifadesi, sadece ve sadece Ermenilere küfür etme amacına hizmet etmek üzere kullanılmış. Tehlirian’ı oynayan oyuncuya (Eray Özbal), yönetmen “olmadı, daha kötü bak” demekten bir hal olmuş belli ki. Genç oyuncunun yüzünü kötülüğün bin bir şekline sokmaktan yorgun düştüğünden eminim. Hepsi birbirinden kötü suratlı çakma Ermeniler, dakikalarca masum Türk sivilleri nasıl öldürdüklerini ayrıntılarıyla anlatıyorlar. Ermeni anneler, çocuklarını korumak için televizyonlarını kapatmasın da, ne yapsın?

Komitacılar, katiller, yani Ermeniler…

Dizide tanınmış Ermeni şahsiyetler, yazar, siyasetçi, aydın kişiler, kana susamış katiller olarak gösteriliyor. Bunlardan biri, Balkan Tarihi (Aras Yayıncılık, 2002) kitabının,  o mikro tarih öğeleriyle zenginleştirilmiş, insan hikâyeleriyle ete kemiğe bürünmüş, gün be gün savaşın içinden yazılmış, o benzersiz kaynağın yazarı, 24 Nisan 1915 tutuklamalarında büyük müzik adamı Gomidas’ın koğuş arkadaşı, tutuklamaların ilk saatlerinden itibaren notlarını tutarak bugün bize kadar ulaştıran (Exile, Trauma and Death, Gomidas Institute, 2010), hiçbir Ermeni siyasi partisine üye olmayan Aram Andonyan (Tabii Andonyan, Türk tarihyazımında, ne Balkan Savaşı kitabı, ne bahsettiğim 24 Nisan ve ertesine ait kitabıyla değil de,  Naim Bey’in Anıları kitabı ve kitapta geçip de, sahte olduğunda ısrar edilen ünlü Talat Paşa telgraflarıyla tanınır.)  Filmde ise Boğos Nubar Paşa,  Aram Andonyan’ı İngiliz ajanı Ryan’a,  “komite lideri” yani “komitacı” olarak tanıştırıyor.

Namludaki kurşun: Türkler

Duvardaki Kan dizisinde katil olarak gösterilen döneminin ünlü Ermeni şahsiyetlerine devam edelim. Bunlardan bir başkası da, Osmanlı’da Ermeni Ulusal Meclisi Reisi, Ermeni Hayırseverler Cemiyeti’nin kurucularından, sol cenahta en tanınmış bileşenleri Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) ve Hınçakyan Partisi olan 1915 öncesinin çok renkli-çok sesli Ermeni siyasi hareketi içinde liberal kanattan Boğos Nubar Paşa. Senarist, Ermenilerin ne kanlı katiller olduğunu, Boğos Nubar Paşa’ya bir güzel söyletiyor: “Komiteler kurduk, isyanlar çıkardık, katliamlara yaptık, gönüllü alaylar kurup Osmanlının bütün düşmanlarıyla işbirliği yaptık.” Paşa, buna rağmen Sevr Antlaşması’nın uygulamaya konulamamasından hayıflanıyor.  Eli kanlı Ermenilerin başı olarak sunulan aynı Boğos Nubar Paşa’ya, bu entelektüel, kültür ve siyaset adamına, senaristimiz bir de Türkleri övdürüyor ama bunu yaparken bile seri katil ağzıyla konuşturuyor:  “Çıktı Anadolu’dan bir Kemal, emellerimize tam ulaşırken, bizi durdurmaya neredeyse muktedir olacak! Bu Kemal tehlikeli adam! Çanakkale’de müttefik kuvvetlerini mıhladı.” Senaristin Boğos Nubar Paşa’nın kullandırttığı metaforlar Turgut Özakman’ın “Çılgın Türkler”ine taş çıkartıyor: “Türkleri tanırım. Türkler namludaki kurşuna benzer, hele bir patlamaya görsün, önüne çıkanı devirir.”

İnşaat mühendisi, daha sonra rahip ve önce Londra, sonra Marsilya Episkoposu olan, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da tutuklananlar arasında olup da, çok az kurtulandan biri olan ve gördüklerini, yaşadıklarını 600 sayfalık devasa The Armenian Golgotha kitabında anlatan Krikoris Balakyan, Tehlirian’ın mahkemesinde “yalancı tanık” olmuş!

İmana gelen Alman savcı: Fikret Hakan

Dizi bölümlerini rastgele indirip gezindiğimde, her defasında büyük yalanlara rastladım. Mesela mahkeme sahneleri. Dizide savcı (Fikret Hakan oynuyor ve bütün artistliğini, adaletten yana tavır alan vicdan sahibi adamı oynamak için döktürmüş, dudaklar bir başka kıvrılıyor, gözler bir başka kısılıyor, vıcık vıcık bir teatrallik) sonunda Türk tezlerinin doğru olduğunu anlar. Ve Alman yargı usullerine uymasa da, mahkeme heyetinden izin alarak, yardımcısını tanık olarak dinlenmesini ister. Mahkeme heyeti, tereddüt eder ama “kurallara uymak şartıyla” talebi kabul eder. Savcı, yardımcısını Türkiye’ye göndermiş, araştırma yaptırmıştır. Tanığı dinlemeye başlarız. Davayla hiç ilgili olmadığı halde savcının tanık olarak dinlettiği yardımcısı, uzun uzun Ermenilerin, Osmanlı’da 6 Ermeni vilayeti olarak geçen vilayetlerin hiçbirinde nüfusun çoğunluğunu oluşturmadığını anlatır. Ardından bildiğimiz Türk tezlerini tekrarlar.

Soğomon Tehlirian’ın duruşma tutanaklarından da biliyoruz ki, savcı hiçbir şekilde böyle beklenmedik bir tanık çağırmıyor. Üstelik savcı sonradan “doğruyu bulmuş” filan da değil. Baştan beri aynı tezi savunuyor:  Sanık Soğomon Tehlirian, önceden tasarlayarak, kasten Talat Paşa’yı öldürmüştür. Alman kanunlarında, bu suçun tarifi açık ve seçik yapılmış ve cezası da (ölüm cezası) belirtilmiştir. Evet, Ermeniler büyük bir mezalime uğramışlardır ama bu, sanığın tasarlayarak, kasıtlı olarak bir insanı öldürdüğü gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Savcı, “Hiç şüphe yok ki, korkunç şeyler oldu, Ermeniler dehşet verici muamelelere uğradılar. Hiç şüphe yok ki, sanığın ailesi, ruhunda derin izler bırakacak canavarca bir akıbete uğradı, bütün akrabaları öldürüldü ve o bütün bunlara gözleriyle tanık oldu” dese de, defalarca mahkemenin bütün bunlara rağmen hukukun ve kanunların gerektirdiği objektifliği elden bırakamayacağını tekrar eder. Yani dizide anlatıldığı gibi, süreç içinde Türklerin ne kadar haklı olduğunu anladığı için değil, Alman Ceza Kanunu’nun ilgili maddesine sadık kalınması gerektiğine inandığı için, sanığın suçlu olduğunu ileri sürmektedir. Hatta konuşmaları arasında dizinin senaristlerinin hiç de hoşuna gitmeyecek şeyler söyler bu coğrafya hakkında:

“Böylece, savunma ve askeri amaçlarla Konstantinopolis hükümeti Ermenileri tehcir etmeyi bir mecburiyet olarak görmüştür. Tehcirin hangi koşullar altında gerçekleştiğine gelince, değerli mahkeme heyeti, burada bir hususu göz önünde bulundurmamız gerekir: Küçük Asya, uygar insanların yaşadığı yerlere özgü şartların bulunduğu bir yer değildir. (…)  Küçük Asya’da gelenek her zaman vahşidir ve kan dökücüdür. Uzman tanıkların da belirttiği gibi, 1915’te zaten bir ‘Kutsal Savaş’ (Cihat) ilan edilmiştir. Farklı milliyetlerden ve dinlerden insanlar Ermenilerin bir yerden bir yere tehcir edildiğini görünce, bu gayet tabii bir şekilde saldırıya bir davet olarak görmüşlerdir. Bu şekilde içlerindeki en hayvani içgüdüler açığa çıkmış, yağma ve katliamlar meydana gelmiştir.”  

Belki de tarihin en uzun yalanı

Dizideki yalanların en geniş kapsamlısı da, ta 1915’te Osmanlı’nın New York Konsolosu Celal Münif Bey’in 15 Ekim 1915 tarihli The New York Times gazetesinde yayınlanan yazısından bu güne kadar değişmeyen, “Osmanlı’yı arkadan vuran Ermenilerin savaş bölgelerinden Osmanlı topraklarının güvenli bölgelerine nakledildiği” yalanı. Celal Münif Bey, bu beyanatı verdiğinde, ne savaşın, ne Rusların, ne Ermeni “komitacı”ların olduğu, mesela, bir çırpıda ilk akla geliveren kentlerden Edirne, Adapazarı, Eskişehir, Ankara, Kayseri’de tehcir çoktan başlamıştı bile. Bugün televizyon kanallarındaki tartışmalarda anlı şanlı, koca koca profesörlerden hâlâ 1915’te New York’taki Osmanlı Konsolosu’nun anlattığı “savaş bölgesinden güvenli bölgelere nakil” öyküsünü dinleriz.

Evet, alışığız ama dizide, her kareden, her yakın plan göz, kaş çekiminden taşan nefret ve düşmanlıkla birleşince işte o zaman annelere, çocuklarını televizyon başından kaçırmaktan başka çare kalmıyor.

Ve bu film ve benzerleri döşüyor cinayetlerin, tehditlerin, hakaretlerin ve gelecekteki suçların yollarını.  

Kategoriler

Şapgir