Sevan bu sefer yalnız değil

İki yıllık hapis cezasını çekmek üzere 2 Ocak’ta teslim olan Sevan Nişanyan’ı en yakından tanıyan iki insan anlattı. Eski eşi Müjde Tönbekici ve oğlu Arsen Nişanyan, Sevan’ın, uğruna mücadele edilecek güzellikler yaratmak ve bu uğurda gerekirse kavgayı göze almaktan dolayı içeriye atıldığını söylüyor.

LORA SARI
lorasari@agos.com.tr

Sevan Nişanyan’ın zekâsına, bilgisine ve hayat görüşüne hayran, onu merak eden biri olarak benim de yolum Şirince’den geçti. Geçen yıl Şirince’ye yaptığım birkaç aylık yolculuğun yaşamımda önemli bir yere sahip olacağını biliyordum, öyle de oldu… Ancak iz bırakan yalnızca Sevan Nişanyan’ın kendisi değildi. Sevan ile Müjde Tönbekici, kamuoyunun onlar hakkında düşündüğünün aksine ve hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki şahane bir aile kurmuşlar.
 

Onların neredeyse yoktan var ettiği Şirince’deki zamanımın çoğunu birlikte geçirdiğim, en küçük çocukları, 14 yaşındaki Tavit’in zekâsını tasvir edebilecek cümleleri bulmak hiç kolay değil. Müjde ile Sevan’ın ortanca çocukları İris liseyi Kanada’da okuyor. Onunla olan kısacık tanışıklığımızda, İris’in o tertemiz yüreğini Müjde Hanım’dan aldığını gördüm. Evin en büyük çocuğu Arsen ise İskoçya’daki St. Andrews Üniversitesi’nde ‘Classics’ okuyor. Anlattığı öyküleri dinlemekten asla sıkılmadığım Arsen, basit şeylere dair sohbetleri bile son derece güzelleştiren, zenginliklerle dolu bir kişi.
 

Ve son olarak, Müjde’ye gelirsek… Bir kadını anlatırken onun eşi bulunmaz nitelikleri arasında asla saymayacağım şey, o kadının ne kadar iyi bir anne olduğudur. Ancak Müjde Tönbekici’den bahsederken bundan söz etmemek elde değil. Hatta onun beni anne olmakla barıştırdığını söyleyebilirim. Zihnimde Müjde Hanım’a dair en ufak bir kusur yok. Müjde, kahkahaları ve varlığıyla mutluluk veren, çok güzel bir kadın. Müjde Tönbekici ve Arsen Nişanyan’la yaptığım bu söyleşi, onlara ve onların Şirince’deki hayatlarına ilişkin küçük bir fikir veriyor. Anne oğulu tüm yönleriyle tanıyabilmek için, sanıyorum ki her birinin birer ‘Aslanlı Yol’ yazması gerekir.
 

Bugün son derece haksız ve insanların yarattığı güzelliklere karşı kullanılan kanunlar nedeniyle cezaevinde olan Sevan Nişanyan’ı, kendisini en yakından tanıyan iki insandan dinlemek, belki de onu anlamak adına atılabilecek en iyi adımlardan biri olacaktır. Hem Müjde Tönbekici hem de Arsen Nişanyan, Sevan Nişanyan’ın, mühürlenmiş bir yapının mührünü bozmaktan değil, uğruna mücadele edilecek güzellikler yaratmak ve bu uğurda gerekirse kavgayı göze almaktan dolayı içeriye atıldığını biliyorlar.

Onunla arkadaş olabildiğimiz için gururluyum
 

  • Sevan Nişanyan’ın Şirince macerasına sizin yol açtığınızı biliyoruz. Sizinki nasıl başladı?

30 yıl önce ben bu köye geldim. Dido Sotiriyu’nun ‘Benden Selam Söyle Anadolu’ya’ kitabını okuduktan sonra ya da o meyanda, bir arkadaşım beni buraya getirdi ve hakikaten âşık oldum buraya. Büyülenmek vardır ya, ben de Şirince’den büyülendim ve “Burada kalacağım, hayatımı burada geçireceğim” dedim. Başta annem olmak üzere herkes delirdiğimi düşündü. İçinde iki-üç keçinin, bir eşeğin barındığı, artık iyice çökmüş bir ev buldum. Şansıma, çok güzel, gündoğumunu gören bir evdi. Orayı aldım. Yol falan yoktu. Eşek sırtında çimentoları getirerek, yerel ustalarla inşaata başladık. Açık, yüksek bir tavanı olsun istedim evin. Öyle bir tavan yaptılar ki bana, aralardan gökyüzünü görüyordum, bir yandan da içeri yağmur giriyordu. ‘Açık tavan’ deyince onu anladılar... Şirince maceram böyle başladı.

  • O zamanki Şirince ile bugünkü Şirince arasında nasıl bir fark var?

Şirince büyüdü, muazzam bir dönüşüm yaşadı. Hep kentsel dönüşümden söz ederler; burada köysel dönüşüm oldu. Şirince çok güzeldi. Bizim bu gizli bahçemiz, gizli cennetimiz, haliyle başka insanların da ilgi alanına girdi. Şehirli insanlar burada ticari yatırım yapmak üzere yola çıktılar. Eskiden sadece köylüler meydanda dantelini, zeytinyağını satarak tarımın yanı sıra küçük bir gelir sağlamaya alışırken, burası bir rant dönüşümü yaşadı. Yılda Efes iki buçuk milyon turist alıyorsa, bugün Şirince muhtemelen 600-800 bin yerli ve yabancı turist ağırlıyor.

  • Sevan Nişanyan’ın senaryoya dahil oluşuyla Şirince’deki hikâyeniz nasıl değişti?

Sevan hayatıma girince onun girişkenliği beni de altüst etti. Çünkü burası hakikaten benim gizli cennetimdi. Sevan, “Evimizi düzeltelim, burayı daha konforlu bir hale getirelim” dedi. Sanırım Sinan’dan, Balyan’lardan bu yana Ermenilerin genlerinde inşaatçılık var. Derken, elimize üç-beş kuruş para geçti, çok da gelen gidenimiz, misafirimiz oluyor, evimizde ağırlayabilecek durumda değiliz, bir ev alalım dedik. O evi bir pansiyon haline dönüştürme fikri gelişti. Derken iş büyüdü. Şu an bahçesinde bulunduğumuz, ‘köşk’ diye tabir ettiğimiz bina, arkada muhteşem lavanta tarlalarının içinde, kocaman, 20 dönümlük bir arazide bağ evleri adım adım inşa edildi.

  • Nasıl bir süreçti bu?

Çok zor ve sancılı bir süreçti. O dönemde imar mevzuatının çok problemli olduğuna tanık olduk. Şirince sit alanı, kentsel sit alanı ilan ediliyor. Bütün çevre dokusuyla, geniş ölçekli, doğal bir sit alanı olarak yeni bir statüye kavuştu. Bu nedenle, istediğiniz gibi inşaat yapamıyorsunuz. Bu tamam. Lakin kanunda imar planı çıkana kadar, hükümetin hemen bir yıl içinde çıkarması gereken, geçiş dönemi yapılaşma koşulları diye bir paragraf var. O çerçevede inşaat yapabilmeniz lazım. Bakın, otuz yıl geçti diyoruz, ne bu geçiş dönemi yapılaşma konuları Şirince’de tam olarak netleşti, ne de imar planı çıktı. Bu süreç içinde çok zorlandık, inşaatlarımızı yapamadık. Elli kere Anıtlar Kurulu’nu ziyaret ettik, izinleri alamadık. Sevan durmak bilmeyen bir adam olduğu için onlarca kez kapılarını aşındırdı; sonra da “Yeter gari” dedi ve başladı inşaata.

  • Onu durdurmaya çalışmadınız mı?

Ben bu ilişkide hep dengeleyici unsur olmaya çalıştım. Bir yandan Sevan’a “Yapmayalım, etmeyelim, bekleyelim, kanuna göre gidelim” derken, ben de farkındaydım ki aslında kanuna göre gitsek bugüne kadar hiçbir şey yapamayacaktık. Biz de adım adım inşaata devam ettik. Bu tabii ki hem yerel erkânın, hem devlet büyüklerimizin dikkatini çekti. Aynı süreçte, 80’lerin sonu, 90’ların başı gibi, farklı birtakım oluşumlar da vardı. Ege’nin neresine gitsen, Seferihisar’a, Aliağa’ya, Tire dağlarına, her yerde öbek öbek doktorlar sitesi, avukatlar sitesi ve birbirinin aynısı, askeri nizamda, betondan, çirkin siteler oluşmaya başladı. Aynı dönemde Şirince’de de bunun için ilk adımlar atılmaya başladı. Böyle bir oluşum Şirince’de başladığında bunu engelledik. Basından eşimizi dostumuzu, gazeteleri bilgilendirdik. Hayatımızın ilk röportajını verdik. Bu noktada sisteme, bundan rant edecek kişi ve kuruluşlara bazı çomaklar sokmuş olduk. Bu nedenle de Sevan düşman kardeş ilan edildi.

  • Neden ikiniz birden değil, yalnızca Sevan düşman ilan edildi?

Çünkü Sevan karizması, yapısı itibariyle hep ön cephede, vitrinde olan kişi olarak bütün dikkatleri üzerine çekti. Ve o gün aniden, Sevan’a yönelik 9-10 tane dava açıldı. Bu davaların en gülünç olanlarından ikisini söyleyeyim. Biri, köye çeşme yapmaktı. Sevan’ın şairane bir yönü vardı, maniler yazardı: “Şirindir köyümüz, serin akar sularımız” diye, tatlı tatlı maniler yazdığı üç-beş tane köy çeşmesi yaptık. Köylü de hayvanını suya götürmek için bu çeşmelerden faydalandı. Geleneksel dokuya uygun, dünya güzeli köy çeşmeleri birer dava konusu oldu. Bir diğer davada da, köye yaptığımız yollar yüzünden köy mücavir alanında taşkınlık ve tecavüz suçundan açıldı. Yine geleneksel usulde, kışın çamur içinde olan toprak yolların bazı bölümlerini imkânlarımız ölçüsünde kayrak taşıyla kaplamaya başladık. Bunu rahat yürüyelim diye yaptık, gelen misafir için yaptık. Oradan geçen köylü vatandaş da rahatladı bu yollar sayesinde. Bu davalar iki gün içinde art arda açıldı ve sanıyorum Sevan o noktada kafasında bir dönüşüm yaşadı, “İplemeyeceğim bunları” dedi. Lakin devam etti inşaatçılığına ve ben acı bir ders aldım: Hukuk, güzel ya da çirkin diye bir şey tanımıyor. Burada dünyanın en güzel, en hoş köy evlerini inşa etsek de, hukuken yanlışsa, bu evler kaçak statüsü alıyor. ‘Kaçak’ lafı, adı üzerinde, çirkin bir şey ve siz çirkinlikle damgalanıyorsunuz. Kaçak mevzuatında insanlar bugüne değin gecekondu, korkunç siteler, üst üste bindirilmiş Laz apartmanlarıyla bir özdeşleşme yaşıyor. Bizim dünya güzeli köy evlerimiz birden o statüye girince ben de şok oldum. Bu, genç yaşlarımızda aldığımız ağır bir dersti. Devletin bu çok sert yüzüyle tanıştık. Şu an kişilere, kurumlara göre, gecenin birinde yeni bir kanun çıkıyor ve mevzuata geçiriliyor. Biz çok küçük olduğumuz için, hükümet bizim için yeni kanun çıkarmadı. Çok yıprandık.

  • Bu güzellikleri yaratırken, bu işin cezaevine kadar uzayacağını öngörebilmiş miydiniz?

Sevan’ın bu kaçak inşaatlar mevzuatından ilk hapse girişi 2002 yılındaydı. Altı üstü bir yerdeki bir metrekarelik bir çıkıntı, kendi evcağızımıza yaptığımız küçük bir müştemilat gibi sebeplerden on buçuk ay yattı. Ben üç çocukla kalakaldım. İlk hapse girdiğinde bunun olabileceğini düşünmemiştim. O anlamda böyle bir plana hazırlıklı değildik. Şu anki hapis sürecinin ise çok kısa geçmesini diliyorum. Sevan’a yönelik 19 civarında dava vardı. Bunların bir kısmı affa uğradı, bir kısmı Yargıtay’daydı. Şu an hapse girmesine neden olan, 15-20 metrekarelik minnacık bir bağ evi ve aynı inşaatın mührünü iki kez bozmak. Bu davalar beş yıldır Yargıtay’daydı. Bu süreç içinde Sevan çok fazla da yazı yayımladı. Bazı yazıların bazı sistemleri rahatsız ettiğinden yana hiç şüphem yok. Şu an Türkiye’de ‘fikir özgürlüğü’ne dava açılamadığını biliyoruz. Şunu düşünmeden edemiyorum: Acaba basit bir mühür bozma olayı başka bir şeyin bahanesi mi? “Ey arkadaş, biz seni fikirlerinden ötürü hapse atamıyoruz. Buna başka bir kılıf bulalım ve seni bu şekilde cezalandıralım” mı diyorlar? Onu cezalandırarak hizalamaya çalıştıklarını görüyorum.

  • Siz Sevan Nişanyan’la ilk tanıştığınızda da lafını esirgemeyen, korkusuz biri miydi?

Evet, öyle olduğunu hissettim. Sevan’ın her şeye yönelik, insanı kışkırtan bir merakı, iştahı var. Çok iyi yemek pişirir mesela. Zaten beni de öyle tavlamıştı. Bir erkek bu kadar mı güzel yemek yapar! Bilimsel alanda dersen, olağanüstü bilgilerle karşınızdadır ve sizi mutlu eder. Ama bunların içinde çok iyi bir Batı eğitimi almış olmasından ötürü, eleştirisel bir bakışa da sahiptir. Bunun yanında, insanın aklının alamayacağı bir korkmazlık durumu var. Devlete karşı, kolluk güçlerine karşı bir sınır tanımazlığı, durmak bilmezliği. Bu bazen insanı ürkütüyor...

  • Böyle biriyle hayat paylaşmanın sizin üzerinizde nasıl bir etkisi oldu?

İlk anda bir sevgililik ilişkisi içinde olduğum için heyecan verdi. “A, böyle adamlar da varmış!” dedim. Onunla biz dağları deleriz, neler neler yaparız diye düşündüm. Ama daha sonra, özellikle Şirince’de yaşadığımız için, demin anlattığım sorunlar üstümüze bir çığ gibi çullandı ve ben yıllar yılı onu durdurma rolünü üstlendim. Bunu çok severek yaptığımı söyleyemem. Onu dengelemeye, durdurmaya çalışmam, ilişkimizde çok büyük gerilimlere neden oldu.

  • Sizce sizin Sevan Nişanyan üzerinde nasıl bir etkiniz olmuştur?

Hiç zannetmiyorum böyle bir etkim olduğunu ama bu soruyu ona sormak lazım. Dengeleyici yönüme ya da çabalarıma çoğu zaman öfkeyle tepki verdi. Bu da beni zorladı, incitti. Bu yüzden işin sonunu bıraktım. Malum, altı yıl önce boşandık. Artık devam ettiremeyecektim. Bu yüzden o noktada buldum kendimi, Sevan’la olan ilişkimde.

  • Yaşadıklarınızdan sonra, aranızdaki arkadaşlık ilişkisini sürdürebilmeniz, çok az insanın başarabileceği bir şey olsa gerek...

Evet. Ben de bununla gurur duyuyorum. Birincisi, Sevan üç çocuğumun babasıdır ve dünyalar güzeli evlatlarım için ona müteşekkirim. Sevan’la kavga etmeden nasıl yaşarım diye epey düşündüm ve kavga etmemeye karar verdim. İçsel bir karardı bu. O kararı içimde verdikten sonra, ona daha fazla anlayışla bakabildim. Hele ki boşandıktan sonra fiziksel bir mesafe de kazandığında daha sakin bakabiliyorum ona, olaylara. Artık Sevan’ı daha fazla anlayışla kucaklayabiliyorum. Onun için, boşanmış olmamıza rağmen hâlâ bir aileyiz biz. Çok gururluyum bu noktaya gelebildiğimiz için.

  • Burada Sevan’la birlikte inşa ettiğiniz cennete baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Bir insanın adam olabilmesi için kendi evini kendi yapması gerektiğine inananlardanım. Taş üstüne taş koyacak, kendi ihtiyaçları ne ise o şekilde penceresini, kapısını yerleştirecek. Çok hızlı bir inşaat da olmayacak. Yavaş yavaş büyümeli. Benim için binalar kadar kıymetli, belki daha da kıymetli, yüzlerce, binlerce ağaç diktik. Her birini bir parmak, bir fide olarak diktiğim çınarların, çamların, selvilerin, narların kocaman olduklarına tanıklık etmek beni çok şaşırtıyor. Onlara baktıkça “Bu kadar yıl geçmiş mi?” diyorum.

Sevan Nişanyan hapse girdi ama bu sefer içiniz biraz daha rahat sanırım.

Evet, çünkü bu sefer Sevan yalnız değil. Yıllar yılı, kişisel çalışmaları nedeniyle onu sevenler, hayranlar böyle bir kitle oluştu. Bunlar biraz sistemin doğrultusunun dışında düşünen ve yaşamak isteyen, nefes almak isteyen insanlar. Böyle bir olay olduğunda görüyorsun ki hepsi bir birlik oluşturuyor. Daha önce bir-iki yıkım kararımız da vardı, o yıkım olaylarında bir günde buraya yüzlerce insanın toplanması, medyanın muazzam imkânları sayesinde oldu.

  • Berlin’e gittiğinde ona orada kalmasını, dönmemesini söyleyen çok fazla kişi oldu. Sizce orada kalmalı mıydı?

Sevan bunu yapmaz, yapamaz. Ona yakışır bir davranış olmazdı bu. Çünkü istenen de buydu. Bu memleket bilginlerini, aydınlarını hep kaçırmıştır. Nazım Hikmet’ten Orhan Pamuk’a kadar bir sürü aydınımız kaçmakta bulmuştur çözümü. Kaçmasını istemiş bile olabilirler, “Gitse de bizi burada rahatsız etmese” diye düşünmüş olabilirler. Hep beraber izleyeceğiz süreci. Ben de heyecanlıyım.


Kimin babası Ortaçağ kuleleri, kaya mezarları yapıyor ki!
 

  • Sevan Nişanyan’ın oğlu olarak Şirince’de büyümek nasıldı?

Şirince köy okulunda, ilkokula giderken maruz kaldığım iki tip insan karakteri vardı: Beraber günümü geçirdiğim çoban ve çiftçi çocukları; bir de, akşam eve geldiğimde masasına oturduğum Sevan Nişanyan ve onun arkadaşları, Türkiye'nin kendi alanlarında kanaat önderleri – Asaf Savaş Akat’lar, Ali Nesin’ler… Şirince köyünün dışına çıkmamış, dünyası bununla sınırlı bir insan olarak, sekiz-dokuz yaşıma kadar hep sanırdım ki dünyada iki tip insan dışında herhangi bir şey olmak mümkün değil; ya günümü geçirdiğim çoban çocuklar gibi bir geleceğe sahibim, ya da Sevan Nişanyan, Ali Nesin gibi bir insan olmalıyım.

  • Şehirde büyüyen bir çocuk olsaydın bu iki farklı hayatla karşılaşmayacaktın belki de...

İstanbul’da veya İzmir’de doğmuş biri olsaydım, karşıma bu iki ekstremin ortasında hayatlar da çıkacaktı. Dolayısıyla gidişatım da çok farklı şekillenebilirdi. Benim için iyi, yaşanmaya değer bir hayat sürmek demek, Sevan Nişanyan olmakla eşdeğerdi. Köyde elektriği, arabası, interneti olan tek ev bizim evimizdi. Benim için Sevan Nişanyan olmak demek, kaloriferli bir evde yaşamak demekti. Bu yüzden babam benim için vazgeçilmez bir rol modeliydi. Şirince’de parlayan tek ışık kaynağı oydu benim için. Bu kolay bir şey mi? Değil. Onun gibi olmak istemek kolay, ancak onun gibi olmaya çabalamak, bir de onun oğluysan, zor bir şey. Beklentileri karşılaman, çetrefilli bir yoldan geçmeyi göze almak demek.

  • Köylüler baban gibi birini nasıl karşıladılar Şirince’de?

Eskiden pragmatik bir ilişki söz konusuydu köylü ile babam arasında. Babam köylüye doğal olarak garip gelmişti. Onun buradaki varlığı ve verdiği mücadele... Ancak o ilişki yumuşadı. Saygı, sevgi, hatta bir ‘hoca’ ilişkisinin oluştuğundan söz edebiliriz.

  • Liseyi İzmir Amerikan Koleji’nde, ‘Beyaz Türkler’le birlikte okumuşsun. O dönemde baban, ‘aykırı’ düşünceleri, özellikle ‘Yanlış Cumhuriyet’ vesilesiyle, adından sıkça söz ettirir olmuştu. Nasıl geçirdin bu yılları?

Uzunca bir dönem babamın karşısında bir kompleks yaşadım. Onun yönelttiği sorulara, yanıtını bildiğim halde cevap veremezdim. Özellikle lisenin ilk yıllarında böyleydi durum. İzmir’de yatılı okuyordum. Farklı bir yola girdim, babamla olan ilişkimi reddettim ve pek bir sorun yaşamadım.

  • Şu anda nasıl bir ilişkiniz var?

Ben özgüven kazandıkça, sağlıklı bir ilişkimiz olmaya başladı. Eskiden babamın yanında boğuluyormuş gibi hissediyordum. Şimdi, egosantrik duygularımı bir yana bıraktığımda görüyorum ki onunla vakit geçirmekten inanılmaz zevk alıyorum. Babam bana, doğru olduğunu düşündüğü yolda yön verdi. Ama söylediklerinden hiçbirini yapmak zorunda olduğumu söylemedi. Dünyayı tanıdıkça, kendimi  geliştirdikçe, türlü türlü maceralar geçirdikçe ve bu sayede anlatacak hikâyelerim oldukça, onu daha iyi anlıyor ve takdir edebiliyorum.

  • Babanın cesaretinin izlerini yoğun bir şekilde taşıyorsun...

Ne kadar cesur bir insanım bilmiyorum. Onun kadar büyük mücadelelerin içine girmiş biri değilim bugüne kadar. Belki karakterim onunki kadar güçlü değil, belki o kadar zeki de değilim, ancak şunu biliyorum ki, beni doğru yola sevk etti. Ona bu konuda minnettarım. Şu anda kendime ve akademiye karşı entelektüel bir mücadele veriyorum. Akademik olarak olmam gereken yerdeyim. Onun gibi dünyevi meselelere bu kadar burnumu sokar mıyım bilmiyorum, sanmıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan 70 milyona bir şey öğretmek gibi bir derdim yok, bu ülkede hüküm süren köhnemiş heyulalarla ve canavarlarla savaşmıyorum.

  • “Köhnemiş canavarlarla savaşmıyorum” derken, bu savaşın gereksiz olduğunu mu düşünüyorsun?

Tabii ki hayır. Bu verilmesi gereken bir mücadele. Ancak bu savaşın bu dönemde yapılmaması gerekiyordu. Sevan Nişanyan bir Martin Luther olmanın ötesinde bir potansiyele sahip. Zaten var olan ve herkesin gördüğü ancak söylemekten korktuğu şeyleri gösterme cesaretinin ötesinde de, birçok niteliğe sahip. Keşke onun verdiği savaş daha önceden verilmiş olsaydı da, Sevan Nişanyan onun üzerine bir şeyler ekleseydi. Ürettiklerinin arkasında daha birçok şey var, sunmadığı. Yaptıklarının birçoğu toplumun aşması, aşmış olması gereken şeyler. İfade suçuymuş, oymuş buymuş, bunları bizim yüz yıl önce aşmış olmamız gerekiyordu ki, Sevan Nişanyan’lar gerçek potansiyellerini ortaya koyabilsin.

  • Babanı çok seven, sayan insanların yanında, onun yaptığı bazı şeylerden çok rahatsız olanlar da var...

Büyük ve sıra dışı bir adam olabilmek için bir karakter paketine sahip olman gerekir. Şunu demek olmaz: “Achilles çok güzel bir savaşçıydı, ancak kız arkadaşı Briseis ondan çalındığı için keşke çadırına gidip ağlamasaydı.” Achilles, Briseis’e duyduğu o tutkulu aşkı savaşa da duymuyor olsaydı, bugün onu hatırlamayacaktık. O nedenle, bir insanın bir konuda tutkulu, başka bir konuda daha az tutkulu olmasını bekleyemeyiz. Sıra dışı bir yapın varsa, bu karakter paketinde seni öne çıkaran şeylerle, toplumun yadsıyacağı şeyler birlikte gelir. Babam bir Achilles olmayabilir belki ama o da sıra dışı bir karakter. Sonuçta kimin babası Ortaçağ kuleleri, kaya mezarları, tiyatro medresesi veya matematik köyü inşa ediyor ki? Bir insanın sıra dışılığı yalnız artılarıyla gelmiyor. Eksiler de o denklemin içinde olmadığında, o denklem eşitlenmiyor. Bir insan iki tane manastır göreceğim diye, oğlunu da peşine takıp mayın tarlalarından geçiyorsa gözünü kırpmadan, başka şeyleri de yapabilecek biridir. İnsanın hayata karşı bir tutumu olur; sıra dışı karakterlerin tutumu da sıra dışıdır. Bu her şeyine yansır; sana bana nasıl baktığından tut, şu ağacın nasıl kesilmesi, şuraya nasıl bir bina yapılması gerektiğine, hangi ülkede nasıl maceralara atılacağına, kadınlarla nasıl ilişki kuracağına kadar...

Babanla ilgili söylenen şeylerden biri de, kaya mezarından tut, diktiği kuleye kadar, ‘ölümsüzlük’le  ilgili bir derdi olduğu. Ben mesela, bilmediğin ancak ilgini çekeceğini düşündüğüm bir şeyi biliyorsam seninle paylaşırım. Seni arkadaşım olarak sevdiğim, sana değer verdiğim için, bunu seninle paylaşmaktan haz duyarım. Babam da bu toprakları, bu toplumu ve bu ülkeyi gerçekten çok seviyor. Amerika’da sağlam bir kariyere sahip olabilecek, üst düzey noktalara gelebilecek bir insanken, bu ülkeye dönüp kendi çıkarına olmayan mücadelelere girdi. Bu mücadeleyi cesaretle sürdürebilmek, ölümsüzlüğe özenmesinden değil, bu ülkeye duyduğu sevgiden kaynaklanıyor.

  • İnsanlar babanın Ermenilikle güçlü bir bağı olduğunu düşünebilir. Oysa, ‘Ermeni olmak’ babanın çocuklarına öğrettiği bir şey bile değil...

Bir gruba ait olursan o gruba angaje olmuş bir bagajı da taşıman gerekir. Bir oyunun içine giriyorsun, ait olduğun toplumun senden beklentileri oluyor. Babam o toplumun bir parçası olmak isteseydi Şirince’ye, Allah’ın dağına gelip kendi ütopyasını yaratmaya çalışmazdı. Babamda bir gruba ait olma hissi yok. Zaten kendi başına ayakta durmayı başarabiliyor. Hayattaki varlığını meşru kılacak bir fanatizme veya bağlılığa ihtiyacı olan biri değil. Ermenilik üzerinden prim yapmak, özellikle günümüzde çok kolay. Bence babam Ermeni olma olayını çok dengeli oynuyor. Ermeni olduğunu saklamıyor ve mazlum edebiyatı yapmadan, Ermeni Soykırımı’nı açık ve net bir şekilde, cesaretle dile getiriyor.

  • Sence, babanın hapse girmesinin sebebi gerçekten mühür bozması mı?

Türkiye’de yıllardır risklerini ve sonuçlarını tarttığı bir mücadelenin içinde. Bu mücadele son yıllarda yavaş yavaş meyve vermeye başladı. Tehlikeli bir oyun oynuyordu, ve başına ne gelebileceğini önceden tartmıştı. Mühür bozmak mı, yoksa Allah’a Peygamber’e küfür etmenin gizli kapaklı cezalandırılması mı bu, bilmiyorum, önemsemiyorum da. Bence Sevan Nişanyan iki yıl mühür bozma cezasından yatacak adam değildi. Çünkü o daha büyük oyunlar oynayabilme potansiyeline sahip biri. Daha büyük oyunların içerisinde oynayıp, kaybetmesi veya kazanması gerekiyordu. Bu kadar küçük bir bahisle kaybetmemeliydi. Daha büyük bir potansiyeli var bu adamın.

  • Zor olacağını bildiğin yol nasıl gidiyor peki? Beklediğin kadar zor mu?

Ben babamın yazdıklarından öğüt alabilirim, onun yapmış olduğu kuleye bakarak nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğini görebilirim. Ama asıl önemli olan, onun oğlu olarak güne uyandığında yaşanacak ne kadar güzellik olduğunu bilmenin eşsiz duygusu olur. Akademik disiplin ve ahlakın ötesinde, ondan aldığım en önemli şey budur. Kendi dar dünyamın, beynimin ve kitapların dışında çok güzel bir hayatın ve keşfedilecek şeylerin olduğunu göstermesi… Bu yüzden, yok olmakta olan üç manastırı görmek için onunla girdiğiniz mayın tarlasına tekrar girmek durumunda kalsam, bundan yine kaçınmam.