CHP’li Tarhan: Katillerin dışarıda olması kabul edilemez

Emre Can Dağlıoğlu, CHP’nin ulusalcı kanadında görülen Emine Ülker Tarhan’la, güncel siyaseti, Ergenekon tahliyelerini, HDP’ye yönelik saldırıları ve 1915’i konuştu.

EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com

Yakın zamanda KA Kitap’tan Beni Susturabilecek Tek Şey Bilgidir isimli kitabı çıkan Emine Ülker Tarhan’la, CHP’den 17 Aralık’a, tek parti rejiminden 1915’e, HDP’ye yönelik saldırılardan barış sürecine her şeyi konuştuk: ‘30’lar, bu ülke için güzel anılarla dolu değil’

Siz hep CHP’de ulusalcı kanadın temsilcisi olarak anılıyorsunuz. Siz, siyaseten kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Ben kendimi hep ulusal değerlere bağlı olarak tanımlıyorum ama insanlara belli yaftalar yapıştırılmaya çalışılıyor. İnsanlar, belli fikirlere hapsedilmeye çalışılıyor. O anlamda ‘ulusalcı’ deniyorsa, yanlış buluyorum. Ben, kendimi ulusal değerlere bağlı, bu topraklardan gücünü alan biri olarak hissediyorum. Eğer ulusalcılık buysa, evet, ulusalcıyım.

CHP’de şu anda bir tartışma sürüyor. Ankara’da Mansur Yavaş, Antakya’da Lütfü Savaş’ın adaylıklarının bir ayrışmaya sebep olduğu söyleniyor. Siz ne diyorsunuz bu tartışmalara?

Söylendiği kadar değil. Bir tepki olduğunu biliyorum. Kökeni parti dışından adayların partiden aday gösterilmesine bazı itirazlar oldu. Ancak şu anda, ülkenin bulunduğu konjonktür dolayısıyla, belki tünelde ışık göründü duygusu, bu itirazları minimuma indirdi diye düşünüyorum, öyle görüyorum. CHP’nin bu yerel seçimlerde yüksek oy alma şansı olduğu görünüyor, o yüzden bu itirazlar azaldı.

Sizin siyasi hayatınıza gelirsek, neden başkanvekilliği seçiminden çekildiniz?

Çekildim, çünkü orada başka kurguların yapılabileceğini hissettim. Bu konuyu çok açmak istemiyorum ama benim açık tercihim sonucu, bu kurguların içinde yer almak istemedim. Benim açık bir tercihimdi.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığından itibaren CHP’de bir değişimden bahsediliyordu hep. Siz CHP’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Değişmeyen hiçbir şey yok. Bugün Mustafa Kemal yaşıyor olsaydı, o da pek çok şeyi güncellerdi. Ana ilkelerde sapma olmadan, her şey değişebilir. Önemli olan nedir? Kurucu iradedir, bu coğrafyada elmas değerinde olan laikliktir. Sürekli tekrarlanmasını doğru bulmadığım ama bir kadın olarak çok değerli gördüğüm bir kavramdır. Onun dışında pek çok şey güncellenecektir elbette ki.

Bu bağlamda, başörtüsü serbestisini nasıl değerlendirirsiniz?

Ben, kadına başörtülü veya değil diye bakmıyorum. Ben, kadına güçlü veya güçsüz bağlamında bakıyorum. Cipe binen güçlü başörtülü kadın ile otobüs durağında bekleyen bir emekçi kadın çelişkisi üzerinden bakıyorum dünyaya. Kadınlar ve yoksullar, bu ülkede en çok görünmez olanlar. Kadının güçlendirilmesi lazım, önemli olan bu. Çürümüş bu anlayışa bir neşter atılmalı. Bunu da ancak yoksulluktan gelen, bu çelişkiyi gören kadınlar yapabilir. Emekçi kadınlar, parlamentoda olmalı.

Yerel seçim öncesindeki durumu siz nasıl görüyorsunuz?

AKP, aslında ilk yenilgisini, yerel seçimleri öne alma sürecindeki anayasa değişikliği sırasında ilk yenilgisini aldı. Ardından özgürlüklere müdahaleye tepkilerin büyüdüğünü hatırlıyorum. Ankara metrosundaki o ahlaka mugayir oturan gençlerin ikaz edilmesi anonsu sonrasında, o gençlerin nasıl itiraz ettiklerini ve kendi alanlarına sahip çıktıklarını bizzat gördüm. Bunların bir şeye işaret olduğu çok açıktı. Zira ardından Gezi direnişi geldi. Özgürlüklere müdahale iktidarların çıkmaz sokağıdır. Bu yüzden, kaybedeceği açıktı. Başbakan, bu süreç içerisinde gündem değiştirme gücünü yitirdi. Dolmabahçe Camii söylemi, Kabataş yalanı, Berkin Elvan’la ilgili söyledikleri… Gücünü yeniden toparlamak için meydan meydan dolaşmaya başladı. Ama bu bir düşüş ve düşmeye de devam ediyor. Ardından 17 Aralık süreci…

17 Aralık süreci için neler söylersiniz?

Bu kavga nasıl başladı biz bilemiyoruz. O insanlar nasıl birbirlerine girdi. Eskiden ‘hasip-nasip ittifakı’ içerisindeyken, birbirlerini çok desteklerken, neden kavga ediyorlar, bilmiyorum. Barışırlar mı, onu da bilmiyorum ama bir şekilde böyle bir kavga sürecinin içindeyiz. Bu kavga da onları zayıflatıyor. Sonunu öngöremiyorum. İlkeleri için temiz siyaset yapmaya çalışan insanların farkını umarım ortaya koyar bu süreç. Belden aşağı, kasetle kirli siyaset yapanların, telefonlarla, paralarla muhalifleri manipüle etmeye çalışanların farkının ortaya koymasını ümit ediyorum. Umarım, aydınlığa çıkış için bu kavga bir umut olur.

Ergenekon tahliyelerini hukuken nereye oturtuyorsunuz peki?

Bu ülkede, kimin yarattığını bilmiyoruz ama kafa kesenleri sokağa salan, ilk tahliye edilecekler listesinin başına Erhan Tuncel’i koyan bir karanlık yapı var. Bunu, kim yapmış, kim yaratmış bilmiyorum ama epey insanın bundan yararlandığı çok açık. Kendi güçlerine güç katmak için… Bu hangi yapıdır, bunu çözmeden, bir toplum aydınlığa ulaşamaz. Birilerini bir şey olmamak üzere kurgulayan, örneğin şu hâkim olamaz diyen bir sistem var bu ülkede ve temiz insanların aklı ermiyor bu işe. Bunun ilk nüvesini kim attı? Bu sorunun yanıtının içinde bu da olmalı. Bir derin devlet algısı var ve çok güçlü. Herkes, kendi derin devletini yaratmak için birbiriyle mücadele ediyor. İlker Başbuğ’dan önce Erhan Tuncel’in dışarı çıkarılmasının da böyle bir sırrı var bence.

Bahsettiğiniz derin yapının, Ergenekon davasıyla en azından bir kısmının ifşa edildiğini düşünüyor musunuz?

Emin değilim. Daha büyük, daha global düşünmek gerekiyor. Son dönem açılan siyasi davalar, içine iyinin, kötünün her şeyin doldurulduğu torba davalar. Herkes bir çuvala dolduruldu. Toplumu manipüle etme süreci de yaşandı aynı zamanda. Bu yüzden, çok sağlıklı bakamayız bu çerçeveden. Yani bu Ombudsman’ı kim seçtirdi? Hrant Dink cinayetine bulaşan polisleri kim terfi ettirdi? Ben bu süreci bir Kırmızı Pazartesi olarak görüyorum. Herkes biliyormuş, bir tek iyi insanlar habersizmiş olan bitenden. Bütün kirli adamlar biliyormuş. Bu süreç, bu iktidarla sınırlı değil ama bu iktidarın da çok payı var bu süreçte. Hiç kimse masum değil elbette ki ama 60 yıldır bu ülkeyi yöneten, 6-7 Eylül’ü yaşatan ve ‘affedersiniz Rum’ diyen zihniyetin kendine masum demesini de kabullenemiyorum.

Yeniden yargılanma meselesini nasıl görüyorsunuz?

 Bu siyasi davaların, Balyoz, Ergenekon, Şike, KCK, ismi ne olursa olsun, hepsinde bir ‘Alo Sadullah’ hattı olduğunu görüyorum. Bu yargılamalar, içi boş yargılamalar. Ciddiyetten uzak ve usul kurallarına aykırı yargılama yapıldığını bir hukukçu olarak görüyordum. Bunlara gerçek yargılama demek çok zordu. Muhakkak yeniden yargılama sürecinin başlaması lazım. Örneğin, Balyoz için devletin üst kademesinden birisinin kumpas demesi ve Başbakan’ın onu yalanlamaması, bunun hukuksal altyapısını oluşturdu bence. Adil yargılama garantisi verilerek yapılmalı bu.

Fakat 2007’de azınlıklara yönelen cinayetler sonrası Ergenekon davasının açılması, azınlıkların üzerindeki baskının kalkmasını sağladı. Bu baskıyı kuran grubun tekrar dışarı çıkması, neler hissettirir?

Adil bir yargılamayla, bütün suçlular ayıklanarak yargılansın, müeyyidesi neyse cezasını çeksin ama masumlar da açığa çıksın. Kimse bir katilin, bir derin devlet mensubunun dışarıda olmasını istemez zaten.

Kitabınızda Tarsus’ta büyüdüğünüz ortamdan bahsediyorsunuz. Ermeniler, Rumlar ve Arapların bir arada yaşadığı bir ortamdan bahsediyorsunuz. Hatta babanız, mesleğini bir Ermeni ustadan öğrenmiş. Fakat daha sonra, Ermeniler ve Rumların gittiğinden ve Türkiye’nin çoraklaştığından bahsediyorsunuz. Nasıl bir çoraklaşma bu?

Kültürel bir çoraklaşma. Çoğulculuğa düşman. Sürekli toprak mülkiyetçiliği ve kafatası ölçen bir ırkçılıktan söz ediyorum. Bunun azınlıktan olanlar tarafından da yapılması da, çoğunlukta olanlar tarafından yapılması da rahatsız edici. O kültürel zenginlikten alabildiğine uzaklaştığımızı, ben yaşayarak hissettim ve bunlardan kitapta da bahsettim. Çok biz bize kaldık. Daha az çeşitli konuşur, daha az çeşitli düşünür ve üretir olduk. Üzgünüm.

Bu çoraklaşmada, 1923-1950 arasındaki tek parti rejiminin payı nedir?

Kahretsin ki, şunu görüyorum, I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan o tipik refleksler bu coğrafyada da yaşandı. II. Dünya Savaşı’ndaki o korkunç kıyıma benzer refleksler belki de… Ancak önünde sonunda bu nefretler üzerine geleceği inşa etmek zorunluluğu var. Süreci öngöremiyorum ama aynı coğrafyada yaşamış ve bu zenginliği paylaşmış insanların bazı şeylere artık sünger çekmesi gerektiğini düşünüyorum. Yazık bizim kuşaklara da, sizin kuşaklara da… Birbirimizi tanıyamadan, ilişkilerimizi derinleştiremeden, sığ bir tarihin parçası olduk. Bunu, savaş coğrafyasının refleksi olarak tanımlayacağım.

Bu çerçevede, Gezi eylemleri sırasında, Meclis’te, ‘30’larda siz iktidarda olsaydınız, hepimiz sabun olurduk’ demiştiniz. Peki, 30’larda bu ülkede nasıl bir yönetim anlayışı vardı?

Bu konuda, yalnızca 30’lar, bu ülke için güzel anılarla dolu değil diyeyim.

- Peki, 1915’i ve 100. yılı olarak 2015’i nasıl görüyorsunuz, Türkiye’nin inkârcılığı devam ederken?

Tabii çok acılar yaşandı. Tarihi tarihçilere bırakmak, anlıyorum ki, kolay değil. Yine bu coğrafyanın zenginliğinden yola çıkarak, umutsuzluğa değil, umuda vurgu yapmak istiyorum. Çünkü ben o zenginliği, o arkadaşlığı yaşadım. II. Dünya Savaşı’nda Japonya’da da büyük acılar yaşandı ama ‘Japon mucizesi’nde ABD’nin payını yadsıyamazsınız. Ben, 2015’in de buna benzer bir şeye vesile olması için çalışılmasından yanayım. Çünkü birbirimizden, bunca önyargıya rağmen çok da ayrı değiliz.

Biz, suyun öte yanından geldiğimizde de, geldikten sonra da çok büyük sıkıntılar ve acılar yaşanmış. Ancak biraz önümüze bakmalıyız. İnsanlık tarihi çok büyük acılarla yüklü, yeni bir sayfa açmak zorundayız.

Önümüze bakmamız için, bu topraklardan koparılan insanların belirli bir beklentisi var. En azından acılarının kabulü gibi bir beklenti içindeler. Böyle bir şey öngörebiliyor musunuz?

Türkiye toplumunun tedricen bunu gerçekleştirdiğini görüyorum. Devletin bakışı ile sokaktaki insanın bakışı arasında bir fark oluştuğunu Hrant Dink’in cenazesinde gördük. Bu cenazede yaşananlarda, bir masumun katledilişine nasıl tepki verildiğini gördük. Ben, bunların tedricen gerçekleşme olasılığına dikkat çekmek istiyorum. Yani o sahiplenmeyi, her yerde gördük. Yargıtay’da çalışırken gördüm ben bunu. Çalışırken radyoda Hrant Dink’in öldürüldüğünü duyduğumda, koridora attım kendimi. Koridorda ‘Nasıl olur böyle bir şey göz göre göre?’ diye ağlayan insanlar da gördüm. Bakın Ankara’da da oldu bu. Bunun bir karşılığı olacağını düşünüyorum ve bu, bir barış duygusuna katkı sunabileceğini düşünüyorum.

Buradan yola çıkarak, seçim çalışmaları sırasında HDP’ye yönelik gerçekleştirilen saldırıları nasıl görüyorsunuz?

Sadece HDP üzerinden bakmıyorum ben. Türkiye’de bir kere sinirler çok gergin. HDP’nin Abdullah Öcalan posterleriyle kurulmuş olmasının, verilmek istenen mesajın tersine bir mesaj olduğunu düşünüyorum. Bunun da tabii gerilmiş sinirleri olan bir toplumda bu tür sonuçlara yol açmasını uygun bulmuyor ama bu gerginlikle ilgili olabileceğini seziyorum. Herkesin, özellikle seçim döneminde dikkatli olması gerekiyor. Ben ve öteki algılarının kaşındığı bir ortamda, bunlara dikkat etmek gerekir.

HDP’nin Abdullah Öcalan posteri kullanmasını biraz açabilir misiniz?

PKK’nın devamı gibi görüldükleri için Batı’da, bu farklı bir algı yaratıyor olabilir. Çok şehit verilmiş. Şehit aileleri kolay kolay unutamazlar. O yüzden, farklı bir yöntemi olmalı bunun. Öcalan’ın posterlerini açarak çalışma yaparsanız ve Batı’ya hitap edecek bir parti kurduğunuzu ilan ederseniz, buna bu tür tepkiler olması, kabul edilebilir değil ama ne yazık ki olası.

Sizce bunlar tek merkezden yönetilen saldırılar değil mi?

Bilemiyorum. Onun kanıtı varsa, ortaya çıkartmalılar. Bunun kaşıma duygusuyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Acılar üzerine fazla gidilmemeli.

Bu anlamda, ırkçı bir saldırı değil midir bunlar?

Bana acıların dışavurumu gibi geliyor. Irkçı bir saldırı ise bunu kınamak lazım tabii. Sırrı Sakık’ın bana Meclis kürsüsünden benim yüzüme bakarak, ‘Balkanlar’dan gelenler, bu ülkeden defolun gidin’ dediği gibi bunu da reddederim ben. Irkçılık kabul edilebilir değil tabii ki.

Ülkenin batısında Kürtlere çok kolay yönelen bir toplumsal hezeyandan bahsediyorum ırkçılık olarak.

Benim çocukluğumda böyle bir şey yoktu. Bu terörle ilgili bir şey. Bu anlaşılır bir şey ama bunu aşmamız gerekiyor. Birlikte yaşamak istiyorsak, acıları kaşımak yerine bir barış dili kurulması gerekir.

Bu barış dilinin süregelen barış süreciyle kurulabileceğini düşünüyor musunuz peki?

Hepimiz çok isteriz bunu. Bunu istemeyecek insan kötüdür zaten. Bunun salimen sonuçlanması, burada hepimizin kardeşçe yaşaması hepimizin dileği ama kaygılarım var. Bunun bir kan davası haline gelmemesi gerekir. İki tarafında buna özen göstermesi ve uygun davranması lazım. Ama buna uygun davranılmıyor. Irk üzerinden siyaset iki taraflı, bunun için tek tarafı da suçlayamayız. Meclis kürsüsünden bana yapılan saldırı da böyle ırkçı bir saldırıdır. Kimin nereden geldiğini soruşturmak, kökenini araştırmak ırkçılıktır bana göre. Bunu yapan adam, bana halkların kardeşliğinden bahsedemez.

Aynı bağlamda, 29 Ekim’de CHP’den Muharrem İnce’nin de Rumlar için buna benzer bir söylemi olmuştu. O konu hakkında ne dersiniz?

Onu bilmiyorum, onu ona sormalısınız. Neyi kastettiğini bilmiyorum ama ben, ırklar üzerinden siyaset yapmam. Artin amca benim en sevdiğim amcamdı, lütfen.

Yine barış sürecine dönersek, umutlu musunuz?

Umut her zaman vardır, umutsuz siyasete yapılmaz. Umudu gerçeğe dönüştürmek için çalışıyoruz. Yoksa bu ülkedeki bölünmeden dolayı çok kaygılıyım.

Nasıl bir bölünme?

Toprak bölünmesinden değil, fikren bölünmeden, kutuplaşmadan bahsediyorum.

Kutuplaşmanın tehlikeli sonuçlar doğuracağını düşünüyor musunuz?

Evet, bölünmeye varacak sonuçları olabileceğini düşünüyorum ama şiddet boyutunda bir tehlike görmüyorum. Kolay değil, neredeyse 1.000 yıllık bir birlikte yaşam kültürü var bu toprakların. Evet, din ve mezhep çatışmaları yaşanmış, fakat etnik çatışma yaşanmamış hiç. Derin devlet ittirmesi olmadığı sürece yaşanmamış. O yüzden halen umutluyum.

Peki, 1915’teki soykırımı, devletin ittirmesi çerçevesine oturtabilir miyiz?

Büyük acılar yaşanmış, ancak bunun için size şunu söyleyebilirim sadece: Savaş coğrafyası, emperyalizm ve devletlerarası ilişkiler, insanlara bu büyük acıları yaşatmış diyebilirim yalnızca.

Kategoriler

Şapgir