Hayal dünyasının kapılarını açan haylaz çocuk: Peter Doherty

Uğur Kılıç, 3 Nisan akşamı Garajistanbul’da konser veren İngiliz sanatçı Peter “Pete” Doherty’nin dinleyicilerine hayal dünyasının kapılarını açan, fazlasıyla sarhoş ve naif, ‘güzel müzik’le dolu konserini yazdı.

UĞUR KILIÇ
ukilic89@gmail.com

Geçen Perşembe akşamı Garajistanbul sahnesinde İngilizlerin haylaz çocuğu Peter Doherty’i ağırladık. Uzun zamandır iple çektiğimiz canlı performans hasretini böyle bir isimle az da olsa bastırabildiğimiz için şanslı olan tayfadandık.

Söz konusu İngilizlerin haylaz çocuğu Pete olunca kafalarda bir çok soru işareti oluşuyor tabii. “Kaç saat bekleriz?”, “Broken love song’u söyler mi acaba?” gibi düşünceler beynimizi meşgul ederken hızlıca mekana giriyoruz. Garajistanbul olumlu yönde bir değişime gitmiş ve Beyoğlu’nun en güzel canlı performans sahnelerinden birini oluşturmuş. İç kısmın tasarımını ziyadesiyle beğenip takdir ettikten sonra kendimize bir yer belirleyip beklemeye koyulduk. Ortamın havasını soluyup birkaç ufak konser analizi yapıp vakit öldürürken, diğer yandan mekanda pek az insan olmasına sevinir gibi oluyorduk.

Broken Love Song from roryy_ on Vimeo.

 

Sadece yarım saatlik rötarla sahneye çıkan Pete oldukça şaşırtıyordu. Uzunca bir ceket, klasik fötr şapka, eskimiş yarım çizmeler ve onların içindeki “kırmızı çoraplar”… Son ayrıntıya kadar tam 20. yüzyıl başındaki bir İngiliz beyefendisi portresi ile karşı karşıyaydık. Bu kadar erken çıkmasının şaşkınlığını üzerimizden henüz atamamışken bir The Libertines mucizesi olan “Can’t stand me now” ile başlangıcı yaptık. Bu tarz küçük mekanlarda çok daha rahat olan, seyirciyi kolayca yakalayabilen bir adam için yerinde bir başlangıçtı. Zaman geçtikçe kalabalık artıyor, ön kısımlarda nefes almak güçleşiyordu.

The Libertines ile geçirdiği güzel yıllardan sonra, Babyshambles projesiyle de başarıya ulaşan ve İngilizler tarafından el üstünde tutulan şair Peter Doherty, bir çok eseri seslendireceğinin sinyalini henüz ilk dakikalardan veriyordu. İçkisinin içine karıştırıldığını düşündüğümüz iksir, onu sahnede gittikçe daha bir devleştiriyor, biraz yudumladıkça da akustik gitarın ve mızıkanın sınırlarını zorlayıp rahatsız edici derecede güzel tınılar yakalamak için muazzam bir baskı kuruyor olmalıydı. İstemsizce kapanan gözler, ekseriyetle sağa ve sola düz bi açıyla sallanan kafalarla topyekün hayal dünyasının kapılarını çalıyorduk. O an canımız sadece güzel müzik çekiyordu.

Peter Doherty - Last of the English Roses from Giorgio Testi on Vimeo.

 

“Arcady”, “Last of the English Roses” ve “Albion” gibi klasik eserleri bir bir söyledikçe ne kalabalığın rahatsızlığı, ne yorgunluk ne de konserin yarısını ayağımın üzerinde tamamlayan sarhoş insanlarımız neşemizi kaçırabilirdi. Ne olursa olsun kesinlikle doğru zamanda, doğru yerde olduğumuz hissine kapılırken, konserin her bir saniyesinden maksimum keyif almayı görev belliyorduk. Müzik yapan değil müziği bir sanat şölenine dönüştüren adamın yanı başındaydık ve birçok şeyi anlamakta güçlük çekiyorduk. Odak noktamız fazlasıyla sarhoş ve naifti…

90’ların tümü ve 2000’lerin başı arasındaki bir döneme sıkışıp kalmış en orijinal brit rock seçkilerinden birkaçına bu şekilde canlı kanlı aşina olmak, bizi pek alışık olmadığımız sinsi duygulara gark etmekle kalmamıştı, ufak tefek yanılsamaları da beynimize işleyerek görevini layıkıyla yerine getiriyordu. Bu şekilde geçirdiğimiz ve başı-sonu belli olmayan bir zaman diliminden, olan bitenden habersizmişçesine kendimizi güç bela soyutladıktan sonra yine yeniden Beyoğlu sokaklarına dönüyorduk.

Aklımıza takılan son ritimler, bize sonsuzluğa dair bir şeyler anlatıyordu, o kısmı kaçırmış olmalıydık.

Kategoriler

Şapgir

Etiketler

Peter Doherty