Özgürlük ve onur, atalarından insafsızca miras kalan bu geçmişi affeden bir gelecekte mümkün

'Hiçbir ana-baba, öğretmen ya da hükümet açıktan açığa inkâr, kandırma, yanlış bilgi ve yalanlara dayalı bir öğreti içindeyken, milliyetçi ve ırkçı ideolojiler uğruna olan biteni adice yok sayıp karanlığı savunurken, bir korunma hakkı talep edemez.'

ARSİNÉE KHANJİAN

Bundan tam da bir yıl evvel, Nisan ayıydı.

ARSİNÉE KHANJİAN: 1958’te Beyrut’ta doğan oyuncunun ailesi 1975 yılında iç savaşın başlamasıyla Kanada’nın Montreal kentine göç etti. Khanjian burada İspanyolca ve Fransızca dallarında aldığı lisans eğitiminin ardından, siyasal bilgiler alanında yüksek lisans eğitimine devam etti. Bu sırada tanıştığı ve evlendiği yönetmen eşi Atom Egoyan’la birlikte Toronto’ya yerleşti ve burada  tiyatro oyunculuğu yapmaya başladı. Egoyan’ın 1984'te çektiği ilk filmiyle sinemaya geçiş yapan Khanjian, Egoyan’ın filmlerinin yanı sıra Avrupa, Kanada ve Amerika yapımı pek çok filmde rol aldı. Egoyan-Khanjian çifti, oğulları Arshile ile birlikte Toronto’da yaşıyor.

 

İstanbul’daydım ve Türk arkadaşım C.M., hazırladığı radyo programı için Osmanlı döneminin önde gelen Ermeni yazarı Zabel Yesayan’nın, Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk Hükümeti elinde telef olmuş bir buçuk milyon Ermeni’yi anlatan 'Among the Ruins' ('Yıkıntılar Arasında') eserinden okumalar yapacağını söylemişti. Arkadaşım, barışma ruhuyla, halkımın inkârla kirletilmiş tarihini anlatan kitaptan pasajları ana dillerimiz arasında gidip gelerek, hem Türkçe hem de Ermenice birlikte okumamızı önerdi.

Radyoya doğru giderken, kentin her zamankinden daha fazla sayıda Türk bayrağıyla donatılmış olduğunu fark ettim. Arkadaşım 23 Nisan’ın önemli bir gün olduğunu, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olduğunu anlattı. Bu özel günde, Türkiye Meclisi'ndeki koltukların başına çocuklar geçiyor ve sembolik olarak bir günlüğüne ülkeyi onlar yönetiyormuş.

Biz radyoya vardığımızda, hemen önümüzde sekiz-on yaşlarında güzelim bir grup belirdi yanı başlarında öğretmenleriyle. Kendilerine armağan edilen bu özel günü kutlamak için bir okul gezisi düzenlenmişti. Çocukların âdeta bulaşıcı bir kahkahası ve sevinç dolu gözleri vardı. Arkadaşımla çocukları geride bıraktık, stüdyoya geçip ses teknisyenin karşısına kurulduk. Ve vakit kaybetmeden Yesayan’ın kaleminden 1909 Adana katliamı tanıklığını okumaya başladık.

O yayına kulak veren hiç tanımadığım dinleyicilere, bütün bu trajik ve yürek parçalayıcı tasvirleri aktarmaktan bitap düştüm. Halkımın ve atalarımın tarihini en ürpertici ayrıntısına kadar aktarırken bir yandan da duygularımı kontrol altına almaya çalıştım.  Sonra arkadaşım başladı önündeki satırları okumaya.  ‘’Bebeleri ağlayıp da saklandıkları yeri ele vermesin diye kendi canından olanı boğazlayan analar gördüm.’’* O sırada, az evvel gördüğümüz gruptaki çocuklar, kaydımızı dinleyebilmek için usulca kayıt odasına girdiler. Birazdan bu çocukların kulakları neler duyacak düşüncesinden dehşete kapılarak, oturduğum sandalye ve nefesim dar gelmiş halde arkadaşıma döndüm. Arkadaşımın bakışları beni buldu, çocukları fark etti ve okumayı bıraktı.

İşte bu an için Tanrı’ya hep şükredeceğim.

Zira o anda, o masum çocukların her daim babalarının amellerinin yükünü taşıyacağını, gelecek nesillerin atalarından kendilerine kalan bu mirası göğüsleyeceğini de idrak etmiş oldum.

Bu masum çocukların çoğu, ortak tarihimizde benim atalarımın masum çocuklarını kırıma uğratmış faillerin, bu kırıma seyirci kalanların ya da bunu inkâr edenlerin torunuydular.

Hiçbir ana-baba, öğretmen ya da hükümet açıktan açığa inkâr, kandırma, yanlış bilgi ve yalanlara dayalı bir öğreti içindeyken, milliyetçi ve ırkçı ideolojiler uğruna olan biteni adice yok sayıp karanlığı savunurken, bir korunma hakkı talep edemez. Sadece tek bir gün sembolik de olsa çocukların ülkeyi yönetebilmesi için – bu ne kadar zor olursa olsun - hakikatin yanlarında olması gerekir. Çünkü onlar için kurtuluş, özgürlük ve onur ancak artık toprak olmuş atalarından acımasızca ve insafsızca miras kalan bu geçmişi affeden bir gelecekte mümkündür.

Benim dedem Aristakes Erzurum’da doğmuş. 1915’te, beş yaşındayken, gözleri önünde bir Türk askeri tarafından koparılan babasının kafasını incecik dizleri üstünde taşımış. Kendi çocukları doğduğunda onlara ailesinin yok edilen üyelerinin adlarını koymuş. Annesinin adı olan Marie, babasının adı olan Krikor, erkek kardeşinin adı olan Nichan ve kız kardeşinin adı olan Zabel... Zabel benim annemdir.

Esayan, Zabel, ‘‘In the Ruins’’ (Yıkıntılar Arasında),  Felaket DönemininYazarları, Yirminci Yüzyılda Ermeni Edebiyatı, 1. Cilt, Milli Devrim, Marc Nichanian, Princeton ve London, Gomidas Institute ss. 317,2002.


Freedom and dignity can be found in a future forgiven by that past cruelly inherited from ancestors

It was exactly a year ago last April.

I was in Istanbul and my Turkish friend, C.M., had mentioned that for her radio program, she would read a chapter from the renowned Ottoman Armenian author, Zabel Yesayan’s, Among the Ruins, in memory of the one-and-a-half million Armenians who had perished during WWI at the hands of their Turkish government. In the spirit of reconciliation, she suggested rather that we both read – in Turkish and Armenian – these passages about the events of my people’s maligned history, alternating between our respective mother-tongues.

As we walked towards the studio, I noticed that the city was decorated with more Turkish flags than usual. My friend explained that April 23rd was an important holiday known as ‘National Sovereignty and Children’s Day’. For this occasion, children take seats in the Turkish Parliament and symbolically govern the country for one day.  

As we reached the radio station, entering ahead of us was a group of beautiful eight-to-ten year olds, accompanied by teachers. It was a school visit celebrating this special day dedicated to them. Their laughter was infectious and their eyes full of joy. C. and I left them behind and settled in the booth across from the sound engineer. We soon started reading from Yesayan’s accounts of the Adana massacres of 1909. 

I was consumed by the experience of sharing these tragic and harrowing depictions with the unknown audience listening to the broadcast. I was trying to control my emotions while telling the history of my people and of my ancestors through the chilling details. As C. started the line: ”I saw mothers there who had strangled their infants so that their childish cries would not betray the family’s hiding place.”(1), the group of young children walked into the sound room, quietly, to hear our recording session. I looked at C., fidgeting and gasping in my seat, horrified at the thought of what they were about to hear. C. turned her gaze towards me, noticed the children, and stopped. 

I shall always thank the Lord for this merciful moment.

Yet I was also struck by the awareness that innocent children will always carry the burden of their fathers’ deeds, that future generations inherit the legacy of their forbearers.

Many of these innocent children were the descendants of the perpetrators, bystanders, or deniers of that same history that ravaged ever after the innocent children of my forefathers.

No parent, no educator, no government can claim protection while professing denial and deceit, disinformation and falsehood, while promoting abject ignorance and darkness in the name of nationalism and racist ideologies.  For children to govern – even symbolically for a day – they must have the truth on their side, difficult as that may be, because their redemption, freedom and dignity can only be found in a future forgiven by the past - a past cruelly inherited from ancestors long gone.

My grandfather, Aristakes, was born in Erzerum. In 1915, at the age of five, he held on his tiny knees his father’s head taken in front of his eyes by a Turkish soldier. He later named his children for his annihilated family members: Marie after his mother; Krikor after his father; Nichan after his brother; and Zabel after his sister…Zabel was my mother.

  1.  Esayan, Zabel, “In the Ruins”, in Writers of Disaster, Armenian Literature in the Twentieth Century, Vol. One, The National Revolution, Marc Nichanian, Princeton and London, Gomidas Institute, p. 317, 2002.

Արսինէ Խանճեան

Ճիշդ մէկ տարի առաջ էր, Ապրիլին:

Պոլիս կը գտնուէի եւ թուրք բարեկամուհիս, Ճ. Մ.-ն, ըսած էր, թէ Օսմանեան շրջանի Հայ գրող Զապէլ Եսայեանի «Աւերակներուն մէջ» գիրքէն գլուխ մը պիտի ընթերցէր իր ձայնասփիւռի յայտագիրին համար: Ընթերցումը պիտի ըլլար ի յիշատակ մէկ ու կէս միլիոն հայերուն, որոնք նահատակուած էին Համաշխարհային առաջին պատերազմի ժամանակ իրենց թրքական կառավարութեան ձեռքով: Հաշտեցումի միտումով, բարեկամուհիս առաջարկած էր, որ երկուքս ընթերցէինք –թրքերէնով եւ հայերէնով– իմ ժողովուրդիս ոտնակոխուած պատմութեան այս բաժինները, ամէն մէկս իր մայրենի լեզուով:

Երբ դէպի ռատիոկայան կը քալէինք, նկատեցի, թէ քաղաքը առաւել զարդարուած էր թրքական դրօշակներով: Բարեկամուհիս բացատրեց, թէ Ապրիլ 23-ը կարեւոր տօն մըն է, որ կը կոչուի «Ազգային ինքնիշխանութեան եւ երախաներու օր»: Այս առիթով երախաները մէկ օրուան համար կը զբաղեցնեն Ազգային խորհուրդի նստարանները եւ խորհրդանշական ձեւով կը կառավարեն երկիրը։

 

Երբ հասանք ռատիոկայան, մեզմէ առաջ ներս կը մտնէին 8-10 տարեկան երախաներ, իրենց ուսուցիչներու ընկերակցութեամբ: Դպրոցական այցելութիւն մըն էր տօնելու համար իրենց յատկացուած օրը: Անոնց ծիծաղը վարակիչ էր եւ աչքերը հրճուանքով լեցուն: Ճ.-ն եւ ես հեռացանք անոնցմէ եւ հաստատուեցանք ձայնային պատասխանատուին դիմացի տաղաւարին մէջ: Շուտով սկսած էինք ընթերցել Եսայեանի պատմածները՝ 1909-ի Ատանայի ջարդերուն մասին:

 

Ես տարուած էի այս աղէտալի ու ահարկու պատկերները հեռարձակումին հետեւող անծանօթ ունկնդիրներուն հետ կիսելու փորձառութեանս մէջ։ Իմ ժողովուրդիս եւ նախնիներուս պատմութեան սարսափելի մանրամասնութիւնները նշելու ժամանակ կը փորձէի տիրապետել զգացումներուս վրայ: Երբ Ճ.-ն սկսաւ արտասանել այս տողը՝ «Տեսայ մայրեր, որոնք խեղդած էին իրենց մանուկները, որպէսզի անոնց ձայները չբացայայտէին ընտանիքին թաքնուած վայրը» (1), երախաներուն խումբը լուռ մտաւ միւս սենեակը հետեւելու համար մեր արձանագրութեան: Ճ.-ին նայեցայ, իրար անցած եւ անհանգիստ նստարանիս վրան, սարսափած, թէ հիմա անոնք ի՛նչ պիտի լսեն: Ճ.-ն ինծի դարձաւ, նկատեց երախաները եւ կանգ առաւ:

Աստուծոյ միշտ շնորհակալ պիտի ըլլամ այս բարեգութ պահին համար:

Բայց նաեւ ցնցուած էի նկատելով, թէ այդ անմեղ երախաները միշտ պիտի կրեն իրենց հայրերու արարքին բեռը, թէ ապագայ սերունդները պիտի ժառանգեն իրենց նախնիներու աւանդը:

Այս անմեղ երախաներէն մաս մը շառաւիղներն էին այն յանցագործներուն, անտարբերներուն եւ կամ մերժողներուն այն նոյն պատմութեան, որ քայքայած է իմ նախնիներուս երախաներուն կեանքը:

Ոչ մէկ ծնողք, ոչ մէկ դաստիարակ, ոչ մէկ կառավարութիւն կրնայ յաւակնիլ պաշտպանութեան իրաւունք պահանջել, երբ կը քարոզէ մերժում, նենգութիւն, ապատեղեկատուութիւն եւ կեղծիք: Ոչ ոք կրնայ յաւակնիլ ստորին տգիտութիւն եւ խաւար տարածել յանուն ազգայնական եւ ցեղային գաղափարներու: Երախաները կարենալ կառավարելու համար – թէկուզ մէկ խորհրդանշական օրուան համար – պէտք է, որ ճշմարտութիւնը ունենան իրենց կողմնակից: Դժուար պիտի ըլլայ, քանի որ անոնց փրկութիւնը, ազատութիւնը եւ արժանապատուութիւնը կարելի է վերականգնել միայն անցեալին հետ հաշտուած ապագայի մը մէջ։  Անցեալ մը, որ անխղճօրէն ժառանգուած է իրենց նախնիներու կողմէ՝ երկար ժամանակ առաջ անհետացած:

Մեծ հայրս՝ Արիստակէսը, ծնած էր Էրզրում: 1915-ին, երբ հինգ տարեկան էր, իր փոքրիկ ծունկերուն վրայ կրած էր հայրիկին գլուխը, կտրուած իր իսկ աչքերուն առջեւ թուրք զինուորի մը ձեռամբ: Յետագային իր զաւակները կոչած է իր ընտանիքի ոչնչացած անդամներուն անուններով,- Մարի՝ մօր անունով, Գրիգոր՝ հօր անունով, Նշան՝ եղբօր անունով, Զապէլ՝ քրոջ անունով... Զապէլը մայրս էր:

(1) Եսայեան, Զապէլ, «Աւերակներուն մէջ», Աղէտին գրողները, Հայ գրականութիւնը քսաներորդ դարուն, Ա. հատոր, Ազգային յեղափոխութիւնը, Մարկ Նշանեան, Փրինսթըն եւ Լոնտոն, Կոմիտաս հիմնարկ, էջ 317, 2002:

Kategoriler

Güncel Diaspora