Sadakat - hıyanet çıkmazında Ermenilik

‘Geçmişin unutulması yalnızca savaş yıllarında Ermenilerin başına gelenlerin değil, çoğunluğun hıyanet diye gördüğü ve Ermenilerin aleyhine kullandığı şeylerin de unutulması demekti’ diyen tarihçi Lerna Ekmekçioğlu, bize Ermenilerin Mütareke yıllarındaki Türk karşıtı söylemlerini ve gerçekleşmeyen Büyük Ermenistan hayalinden sonra yeni Türkiye sınırları içinde kalan Ermenilerin kendilerine nasıl yeni bir aidiyet yaratmaya çalıştıklarını anlattı.

Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji dalında aldığı lisans eğitiminin ardından, New York Üniversitesi’nde Tarih, Ortadoğu ve İslam Çalışmaları bölümlerinde doktora çalışması yapan ve 2010'da doktora tezini tamamlayan Ekmekçioğlu, şu anda Massaschussets Univeristy of Technology (MIT) Tarih Bölümü’nde yardımcı doçent olarak çalışmakta.
FOTOĞRAF: MİHRAN MANUKYAN

LORA SARI
lorasari@agos.com.tr

Savaştan önce, Osmanlı’daki Ermenilerin kolektif olarak bir Büyük Ermenistan hayali kurdukları söylenemez. Fakat söyleme göre, Ermeniler tehcir edilmeseydi Ruslarla birlik olup Türkleri arkadan vuracaklardı. Ermeniler hıyanet edemesin diye böyle bir politika uygulandı. Aslında Ermeniler o politika uygulandığı için bu hıyaneti yaptılar.

‘Sus kızım, çocukların önünde konuşma’; büyürken dedemden duyduğum bir sözdü. Ermenilerin geçmiş hakkında konuşmayı reddetmeleri, unutmayı seçmeleri bana hep korkmak gibi gelirdi fakat Lerna Ekmekçioğlu’nun şu sözleri bana bir ihtimal daha olabileceğini gösterdi:  ‘Geçmişin unutulması yalnızca savaş yıllarında Ermenilerin başına gelenlerin değil, çoğunluğun hıyanet diye gördüğü ve Ermenilerin aleyhine kullandığı şeylerin de unutulması demekti.’

Türkiye Cumhuriyeti erken dönem tarihçisi Lerna Ekmekçioğlu, Tarih Vakfı ve Orient-Institut İstanbul’un birlikte organize ettiği ‘Osmanlı Cephesinde Yeni Bir Şey Var: Küresel Bir Savaş Hakkında İhmal Edilmiş Bakış Açıları, 1914-1918’ konferansı vesilesiyle geçtiğimiz haftalarda İstanbul’daydı. Bu konferansta ‘Kaçırma ve Kurtarma Politikaları: Savaş Sırası ve Sonrasında Ermeni Kadın ve Çocuklar’ konulu bir konuşma yapan Ekmekçioğlu, 11 Nisan’da da mezunu olduğu Boğaziçi Üniversitesi’nde ‘Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Yıllarında Ermeni ve Kadın Olmak’ başlıklı bir sunum yaptı. Cumhuriyet tarihine ‘hıyanet’ olarak kazınan; Ermenilerin Mütareke yıllarındaki Türk karşıtı söylemleri ve Büyük Ermenistan hayalini, feminist kadın dergisi Hay Gin'in bu dönemdeki rolünü konuştuğumuz Ekmekçioğlu, bize gerçekleşmeyen hayallerden sonra, yeni Türkiye sınırları içinde kalan Ermenilerin mecburen nasıl kendilerine yeni bir aidiyet yaratmaya çalıştıklarını ve bunun nasıl bir Türkleşmeyi içerdiğini anlattı. Anlaşılan Cumhuriyet Türkiyesi’nde ayakta kalabilmenin birincil kuralı istenmediğinizi bilerek, ikinci sınıf vatandaş olduğunuzu kabullenmek ve bir daha asla ihanet etmeyeceğinizi kanıtlamaktan geçiyordu.

  • Boğaziçi’ndeki konuşmanızda anlattığınız üzere, aslında tarihçi olmak gibi bir planınız hiç olmamış.

Tarih benim için, içinde Ermenilerin geçmediği, mümkünse iyi veya kötü geçmesini de istemediğim, zevksiz bir şeydi. Alenen adı ‘Milli Tarih’ olan kitaplarda, Ermenilerin I. Dünya Savaşı’nda nasıl temsil edildiğini zaten biliyoruz. Büyürken hiç Ermeni bir tarihçiye rastlamadım. Sarkis Seropyan, Yervant Gobelyan, Silva Kuyumcuyan, Ardaşes Margosyan gibi ‘amatör’ diyebileceğimiz, yani bu işten para kazanmayan Ermeni tarihçiler elbette vardı ve onlar bende bir tarih bilinci oluşmasına yardımcı olan insanlardır, ancak diğer türlüsü zaten kanunlar gereği mümkün değildi. 1924’teki Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan sonra, Milli Eğitim Bakanlığı 1925 ve 26'da azınlık okulları ve yabancı okullara dair genelgeler yayınlıyor. Bunlar uyarınca, azınlık okullarındaki milli tarih, milli coğrafya ve Türk dili ve edebiyatı dersleri açıkça Türk olan öğretmenler tarafından verilmelidir deniliyor. Ve Türk’ten kasıt Türkiyeli olmak değil, açıkça etnik bir Türklükten söz ediliyor. Hatta 26’daki genelgede, ders verecek öğretmenlerin ‘milli bilince ve duygulara sahip olması’ gerektiği bile belirtiliyor. Bunların hepsini düşündüğümde, benim hiçbir zaman tarihçi olmak gibi bir hedefimin zaten olamayacağını ve sistemin bana bunu zaten benim istemim dışı öğrettiğini fark ettim.

  • İhtisas alanınız nedir?

 Mütareke döneminde ve Cumhuriyet kurulduktan sonra da İstanbul’da yaşayan Ermeni cemaatinin 1920’li yıllar ve 1930’lar başındaki durumuyla ilgileniyorum.   ‘Improvising Turkishness: Being Armenian in Post Ottoman İstanbul’ (Türklüğü Doğaçlama: Osmanlı Sonrası İstanbul’unda Ermeni Olmak) başlıklı doktora tezime Ermeni feministleri çalışma planıyla başladım, ancak Mütareke dönemi ve Lozan sonrası aynı Ermeni basın kaynaklarını taradığımda, daha geniş bir konunun karşısında durduğunu fark ettim. Ermeniler bu iki dönemde ‘Türk’ diye atıfta bulundukları gruplara karşı, birbirine tamamen zıt iki ayrı söylem geliştiriyor.

  • Dönemin koşullarına göre şekillenen iki zıt söylemden mi söz ediyoruz?

Evet, Mütareke döneminde, Ermeni basınında Türk karşıtlığı diyebileceğimiz bir durum var. O dönemin Ermeni basınında birbiriyle yarışan, kavga eden gruplar var. Ama hepsi, I. Dünya Savaşı’nda Ermenilerin başına gelenler ve bizim şimdi soykırım dediğimiz olaylara karşı tepkili. Öç alma isteği gibi düşünülebilecek bu durum hak ve adalet arayışı olarak da görülebilir. Hakkı olan adaleti Osmanlı’dan alamayacaksa, Avrupalı güçlerden alabilme isteği var.  Her şeye rağmen yaşama, çoğalma, büyüme isteği ve iradesi var. Bu dönemde Patrikhane zaten Paris’teki Ermeni Delegasyonu’yla sıkı bir işbirliği içerisine giriyor. Ermenilerin politik hayatı da canlı, dört tane parti var.  Bu partiler İstanbul’da aktif vesaire. Ancak 1922’de Kemalistlerin İstanbul’a gelmesiyle, işgalci birliklerle işbirliği yapan ve Büyük Ermenistan’ın kurulması için aktif olarak çalışmış Ermenilerin büyük bir kısmı kaçıyor. Özellikle İzmir’deki şiddet ve yangın gibi olayların İstanbul’da tekrarlanacağı korkusuyla, panik halinde terk ediyorlar İstanbul’u. gidiyorlar. Patrik Zaven, Kemalistlerin İstanbul’daki ilk temsilcisi Refet Bele’nin teşvikiyle, kendi cemaatinin güvenli yaşayabilmesi olasılığını bir nebze arttırabilmek için gizlice şehri terk ediyor. Kalanlar, hemen söylem değiştirmeye başlıyor.

  • Sözünü ettiğiniz ‘Türklüğü doğaçlamak’ da bu noktada mı başlıyor?

Bazı şeylerden yoksun kalacaklarını bilerek Türkiye’de yaşamaya karar veren Ermeniler, bir şekilde hayatlarını devam ettirmeleri gerektiğini görerek, şimdilerde Türkiyelilik diyebileceğimiz bir Türklük kavramı yaratıyorlar. Biraz deneme yanılma yoluyla oluşturuyorlar bunu. Ermenilerin koca Osmanlı tarihinde zımmilik geçmişleri var, bu sebeple de bildikleri bir replik var; nasıl hem ikinci sınıf vatandaş olup, hem de bu muameleyi gördüğü halde mutlu, rahat ve zengin yaşandığının pratiklerini biliyorlar. Seküler ve demokratik olduğu iddia edilen bir devlet içerisine o hafızayı taşıyorlar. Özellikle 1925’ten sonra, Ermeni basınında sıkça rastlanan tema sadakat oluyor. Millet-i sadıka söylevine geri dönülerek, ortada bir ihanet varsa bu ihaneti yapanların zaten kaçtığı, cezalandırıldığı, öldürüldüğü söylenerek, kalanların sadık olduğu vurgulanıyor. Kendi kabuğu içerisinde rahat edebilme duygusu geliştiriyorlar ve ben buna Türklüğü doğaçlamak diyorum.

  • İstenmediklerini bildikleri halde bir hayatta kalma çabası denilebilir mi bu duruma?

Evet. Türkleştirme ve Cumhuriyet’in ayrımcı politikaları sebebiyle Lozan sonrası kurulan Türklük içerisinde Rumlara ve Ermenilere yer yok. Öncesinde olanlardan dolayı yok. Lozan sonrasındaki belgeleri okuduğumuzda, Türkiye’de mümkün mertebe hiçbir Hıristiyan’ın, özellikle Rum ve Ermenilerin kalmasının istenmediği çok açık. Mübadele’de İstanbul dışındaki Rumların çoğu gönderiliyor. Türk delegasyonu istemediği halde, patrikhaneler yalnızca dini işlevleri muhafaza edilerek kalabiliyor. Ermeniler de mübadele edebilecekleri bir yer bulunmadığı için kalıyor zaten. 1922’de Bakanlar Kurulu’nun hazırladığı, Lozan’a gidecek protokolde ‘Azınlıklar: Esas mübadeledir’ ibaresi yer alıyor. Ama Ermeni’yi kiminle değiştirsin? Ruslarla zaten imzalanan bir anlaşma var, onları işin içine katmak istemiyorlar. Yani, İstanbullu Ermenilerin hikâyesi, istenmedikleri belli olan ve bunu bilen ancak görmezden gelen bir grubun, evim dediği yerde kalmak için verdiği çabanın hikâyesi bence.

  • Seküler bir devlet, ideal yapısı gereği Ermenilere daha sıcak gözüküyor mu peki?

Yeni Türkiye laiklik yoluna girince, Ermeniler için umut doğuyor. Mustafa Kemal çok seviliyor mesela. Artık Türkler de medenileşiyor gibi bir algı oluşuyor. Çünkü Ermeni aydınlar için medeni olmak, çoktan Batılı olmakla eş. Mustafa Kemal ve etrafındakilerin de bu tarz bir algıyı benimsemiş olmaları ‘geçmiş, geçmişte kalmalıdır’ duygusunu doğuruyor. Soykırım veya daha önceki kıyımlar olsun, bunların hepsi dini duygularla yapılan kötülükler olarak görülüyor. Mesela Abdülhamid kötü adam ilan ediliyor. Kemalizmin kendine kurduğu tarih anlatısını Ermeniler de seviyor. Çünkü Kemalizmin Osmanlı karşıtlığı, Ermenilerin kendilerini o toplumun bir parçası haline getirebilmelerine yarıyor. Ayrımcılığı da pek umursamıyorlar, çünkü zaten Mütareke yılları dışında hep yaşamışlar bunu.


Hay Gin suç ortağı oluyor

  • Ermeni kadın yazarlarla ilgili çalışmalarınız çerçevesinde, Ermenice bir kadın dergisi de yer alıyor. Hay Gin (Ermeni Kadını) 1919-1933 yılları arasında, Hayganuş Mark’ın öncülüğünde çıkan bir dergi. Nasıl bir yayın politikası var derginin?

    Kaçırılan Ermeni kadın ve kız çocukları, bir devlet politikası. Devşirme, beslemelik, evlatlık anlayışı zaten yaygın. Herkes başka bir yerden gelen çocuğu hanesine alıp asimile etmeye alışkın. Kadınlar da rahimleri olduğu için değerli, öldürülmelerine gerek yok. Ermeni çocuklar doğuracaklarına, Müslüman çocuklar doğurup Müslümanlığa kazandırılabilirler. Bu sistematik soykırıma dair belgeler, Osmanlı Başbakanlık Arşivleri tarafından Osmanlı’da Ermenilerle ilgili bastıkları kitapların içerisinde yayımlanıyor.

Mark kendini açıkça feminist olarak nitelendiren bir kadın. Hay Gin, adı üstünde bir kadın dergisi. Hay Gin’in de mütareke zamanı ve sonrasındaki politikalarında büyük farklar var. İki dönemde de, kadınsı muhabbetler diyebileceğimiz; moda, yemek ev düzeni gibi ortak konular var. Hay Gin, yeni, idealize bir burjuva Ermeni kadını yaratmaya çalışıyor. Ermeni feminizminin 1870’lerden gelen, aydın, ilerici, halkını eğiten, Batılılaşmış, Batılı diller bilen, aynı zamanda evinin de kadını olan bir kadın tahayyülü var. Hay Gin savaş sonrasında, dejenere olmamış ancak geri kafalı da olmayan Ermeni kadını idealini devam ettiriyor.

  • Hay Gin’de de mütareke yıllarında Türk karşıtı söylemlere rastlıyor muyuz?

Hayganuş Mark politik bir partiye üye değil. Savaş öncesinde gayet yumuşak bir söyleme sahip, Türk karşıtlığı yok, sadece Ermeniliği korumak ve Ermenilik içerisinde feminizm gibi konularda yazıyor. Ancak savaş sonrasında, Ermenilerin 1916’dan beri sistematik olarak yok edildiğini de bildiğinden söylemi değişiyor. Mütareke döneminde politikleşiyor. 1919’da Hay Ganants Liga (Ermeni Kadınları Birliği) diye bir kurum kuruluyor ve Hay Gin bu kurumun yayın organı olarak ortaya çıkıyor. Hay Ganants Liga’nın amaçlarından biri, Paris Konferansı’ndaki Ermeni Delegasyonu’na kadın ağzıyla destek vermek ve propaganda faaliyeti yapmak. Ermeni kadınları işgal kuvvetlerinin partilerine  katılıp, orada Büyük Ermenistan’ı kurma çalışmaları yürütüyorlar. Bu örgütü, savaş zamanında Müslüman hanelerine kaçırma yoluyla geçmiş kadın, kız ve çocukların geri alınmasında, alınanların evlendirilmesi veya evlatlık verilmesi operasyonlarında  yer alacak hayırseverleri bulmak için kullanıyorlar. Dergide, kadınlarımızı kızlarımızı geri alacağız minvalinde yazılar çıkıyor. Anti-militarist de değiller. Kâzım Karabekir’e karşı savaşan Ermenistan birliklerine Hay Gin tarafından Noel'de paketlerce hediye gönderilmeye çalışılıyor. Ancak onlar gönderene kadar, Karabekir’in ordusu ortada hediye gönderecek asker bırakmıyor.

  • Lozan’dan sonra neler oluyor Hay Gin’e?

Lozan’dan sonra Hay Gin’de çalışanların çoğunun kaçmasına rağmen, Hayganuş Mark gazeteci olan eşi Vahan Toşikyan’la birlikte İstanbul’da kalma kararı alıyor. Hâlâ düşünüyorum neden gitmediğini, çünkü kalarak büyük bir risk alıyor. Mark başlarda, üzgün bir tonda burada kalacaklarını, Ermeniliğin İstanbul’da devam etmesi gerektiğini söylüyor, ‘Her şeye rağmen İstanbul bizimdir’ gibi cümlelere yer veren yazıları var. Fakat zamanla laiklik sever, Türklük sever, şikâyetçi olmayan bir dil benimsiyor. Yaşanan ayrımcılıklara Hay Gin’de yer verilmiyor. Geçmişte hiçbir şey olmamış gibi davransa da, zaman zaman Ermeni yetimlerinin durumundan da söz ediyor.  ‘Biz yaslı bir toplumuz’, ‘Dünyanın her tarafına dağılmış bir grubuz’ gibi bazı kodlamaları var Hayganuş Mark’ın. Fakat daha önceki yazılarında görülen talan, zulüm, Büyük Felaket gibi 1915’e atıfta bulunan ifadelerin hepsi kayboluyor. Hay Gin 1933’te, mütareke zamanında yayımlanan yazılar sebebiyle kapatılıyor. Mark’ın 1954’te yazdığı anılarında, ne savaş yıllarından ne mütareke yıllarından, ne de Varlık Vergisi sırasında çektiklerinden bahsediyor.

  • Ermeni feminist hareketi nasıl değişiyor bu konjonktürde?

1930’lardan itibaren kadınlara tanınan haklar sonrasında Hayganuş Mark, Türk kadınlarını bu hakları elde ettikleri için tebrik ediyor, sanki kendisi o hakkı edinmemiş gibi. Hatta Patrikhane’yi ataerkil olmakla suçlayarak,  ‘Bakın Türkler bile kadınlara hak verdiler, siz Patrikhane olarak biz kadınlara nasıl hak vermezsiniz’ diyerek ayıplıyor.

  • Hay Gin’in feminizminden söz ediyoruz fakat tüm bu kurtarma operasyonlarında Hay Gin’in ‘Büyük Ermenistan’ ideasını kadınların isteklerinden daha öne koyduğu görülüyor.

Evet bu dönemde'Hay'lık (Ermenilik) 'Gin'likten (kadınlıktan) önce geliyor. Hay Gin, tecavüzle, zorla hamile kalan kaçırılan kızların kürtaj yaptırmasını istemiyor. Patrik Zaven der Yeğiayan, Ermeni yetimlerinin ve kadınlarının kurtarılma hakkının verilmesiyle, Vorpahavag dediğimiz kurtarma operasyonlarını başlatıyor. Patrikhane’nin yetimleri ve kadınları toplama kampanyası, anaerkil bir yapıda işliyor. Babalar Müslüman olsa bile, çocukların annesi Ermeni’yse, o çocuklar Ermeni’dir politikası güdülüyor. Tabii Patrikhane’nin bu anaerkil yapısını savaş öncesinde ve sonrasında göremiyoruz. Sadece kurtarma operasyonları süresince, kurtarılan hamile kadınlar için geçerli bir durum. Bu hamile kadınlara çok iyi bakılıyor, Anderunç yeridasart mayrer’in (Sahipsiz genç anneler) kaldığı bu koğuşa kapatılan hamile kadınlar, doğurmak istemeseler bile bu koğuşta zorla doğurtuluyor. Bir sürü kadın, düşmanın veya tecavüzcünün çocuğu olarak gördükleri bu çocuklara doğursalar dahi bakmak istemiyor. Kürtaja izin alamadığı için intihar eden, bebeklerini öldüren veya bilerek bakmayan ya da bebekleri öldüğünde sevinen anneler var. Hay Gin bir çeşit suç ortağı oluyor. Hay Gin yazarlarından Zaruhi Kalemkeryan’ın 1926’da New York’ta kaleme aldığı anılarında ‘Bize sığınan ve kürtaj olmak isteyen bir kadını, hamileliğinin sekizinci ayında, bebeğe zarar vermemesi için Şişli’deki koğuşa yatırdık’ diye bir cümle geçiyor. Bu kadın kapatıldığı koğuşta sağlıklı bir oğlan bebek doğuruyor. Ama birkaç saat sonra kendini asarak intihar ediyor. Ermeni nişanlısının önünde ona tecavüz eden, sonra da nişanlısını öldürüp onu kaçıran bir adamdan olan çocuğa annelik yapma fikrine katlanamıyor.


‘Soykırım olduğuna dair kanıt teşkil eden belgeleri yayınlamışlar’

  • Tezinizin bir bölümünde de kaçırılan Ermeni kadın, kız ve çocuklarla ilgili çalıştınız. Öldürmek daha kolayken neden kaçırmakla, asimile etmekle uğraşıyorlar?

Bu tesadüfi ya da doğal bir durum değil, bir devlet politikası. Devlet ya da 3-5 kişilik küçük İttihatçı grup, çok da ırkçı bir zihniyete sahip olmadıkları için, kadın ve çocukları da önemsiz gördüklerinden onları öldürmektense asimile etmeyi daha uygun buluyorlar. Devşirme, beslemelik, evlatlık anlayışı zaten yaygın. Herkes başka bir yerden gelen çocuğu hanesine alıp asimile etmeye alışkın. Kadınlar da rahimleri olduğu için değerli, öldürülmelerine gerek yok. Ermeni çocuklar doğuracaklarına, Müslüman çocuklar doğurup Müslümanlığa kazandırılabilirler. Bu sistematik duruma dair benim ‘transfer belgeleri’ dediğim türden belgeler, Osmanlı Başbakanlık Arşivleri tarafından Osmanlı’da Ermenilerle ilgili bastıkları kitapların içerisinde yayımlanıyor. Soykırım konusunu pek çalışmadıkları buradan da belli oluyor, çünkü soykırımın tanımları içerisinde ‘çocuk ve kadın transferleri’ de var. ‘Müslümanlaştırılmış Ermeniler’ konferansında, Taner Akçam’ın da söz ettiği üzere, ‘Bir şey holokosta benzemiyorsa soykırım olamaz’ mantığı güdüldüğünden, soykırım olduğuna dair kanıt teşkil eden belgeleri yayımlamışlar. Hâlbuki soykırım tanımına baktığımızda ‘Bir grubun kendi içinde yeniden doğumlarını engellemek soykırım teşkil ediyor’ anlamında bir ifade var.

  • Patrikhane’nin ‘kurtardığı’ kadın ve çocuklara karşı İttihatçılara benzer bir politikayla yaklaştığını söyleyebilir miyiz?

     

    Kaynak: ‘Osmanlı Belgelerinde Ermeniler’, 1915–1920
    (Ankara: T. C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanliği, 1994), 141–42.

Evet, bu kadın ve çocuklar Büyük Ermenistan ideasının gerçekleşebilmesi için son derece önemli.  Wilson Prensipleri’yle ulusların kendilerini tayin etme hakkı mantığına göre, sayısı olmayana memleket yok.  Bir yerde ne kadar popülasyonun varsa, o yerin o kadar senin olma hakkı var.  Şimdi Ermenilere göre, o bölge Ermenistan ama fiilen sayı yok. Amaç nasıl olursa olsun sayıyı arttırmak. Patrikhane kendi öz iradesiyle gidip Müslümanlığa dönen birini zaten geri getirmiyor. Fakat kaçırılan kadınların Müslümanlığa dönmek ya da Müslüman bir hanede yaşamak seçimleri olmadığı için, şimdi de seçmeye hakları olmamalı diye düşünüyor. Onlara doğru çocuk üreteceğine bana doğru üretsin diyor.

  • Mütareke yıllarındaki Türk karşıtlığını ve Büyük Ermenistan ideasını resmi tarihin de adlandırdığı gibi bir hıyanet olarak görmek mümkün mü?

Savaştan önce, Osmanlı’daki Ermenilerin kolektif olarak toptan bir Büyük Ermenistan hayali kurdukları söylenemez. Ermenilerin, 19. yüzyıl ortalarından itibaren başlarına gelenleri düşündüğümüzde, güvende yaşama hissiyle bu hayali kuranları da anlamak mümkün. Fakat söyleme göre, Ermeniler tehcir edilmeseydi Ruslarla birlik olup Türkleri arkadan vuracaklardı. Ermeniler hıyanet edemesin diye böyle bir politika uygulandı. Fakat aslında Ermeniler o politika uygulandığı için bu hıyaneti yaptılar, öncesinde öyle bir planları yoktu. Bu duruma İngilizce de ‘self fulfilling prophecy’ denir, yani kendi kendini gerçekleştiren kehanet. Savaş sonrasında olan bir şey, savaş sırasında yapılan Ermeni Soykırımı’nı tarih sayfalarında meşru kılmak için kullanılıyor. İşte tam da bu sebeple tarihi her yönüyle konuşmamız gerek. Ermeniler yalnızca kurbanlar değil, tarihsel aktörlerdi aslında. Tabii ki Ermeniler, Büyük Ermenistan’ı kurmak istediler, bunu doğal olarak istediler.  Başlarına gelenlere cevap vermeye, o dönemdeki politik bağlamda bir yurt hayali, bir ulus devlet hayalini kurmaya hakları vardı. Kendilerini artık güvende hissedebilecekleri, bir daha böyle bir şeyin tekrarlanmayacağını umdukları bir devlet istediler. Zaten herkes böyle bir devlet kurmak istiyordu. Ermeniler başarısız oldu. Mütareke yıllarının ‘Türk düşmanlığı’ ise kalanlar için hep onların kafasına vurulan bir değnek olarak kaldı. Onlar da doğal olarak bunu unutmayı ve unutturmayı seçtiler.

Kategoriler

Güncel Azınlıklar